Ana Sayfa Blog

Bir Dem Mitoloji: Amacın Amacı Sisifos

0

Hepimiz Sisifos’u duymuşuzdur. Zeus tarafından cezalandırılmış ve süreklilik içine hapsolmuş kişi olarak bilinir. Kısaca hatırlatmak gerekirse: Zeus, Sisifos’u bir dağın zirvesine bir kayayı çıkarmakla cezalandırır. Kaya tam zirveye çıkmışken tekrar yuvarlanır ve Sisifos kayayı yeniden yukarı çıkarmaya çalışır. Kimilerine göre o, yalnızca kendisine verilen cezayı çekmektedir. Kederli kaderinden kaçmaya çalışmayan acınası biri olarak da görülür. Kimileriyse Sisifos’un ne olursa olsun dik durmaya devam ettiğini, yaşadığı şeyi tekrar ederek başkaldırdığını düşünür. Yani onun için, amaçsızca sürüklenen birisinden farklıdır diyebiliriz. Hatta bence Sisifos öyle bir hale gelmiştir ki artık sadece amacı olan birisi de değildir. O artık amacın amaçlılığını simgelemeye başlar. Elbette Sisifos’un durumundaki bu yorum değişikliği aslında Sisifos’un kendisine değildir. Yorum farklılıkları onun hikâyesini okuyan bizler açısından vardır. İnsanların büyük çoğunluğu okuduğu ve bildiği şeylerle kendilerini bağdaştırırlar. Bu nedenle de birçok şeyi, olmayı düşledikleri ya da o doğrultuda ilerlemek istedikleri biçimlerde yorumlarlar. Aynı durum Sisifos olayı için de geçerlidir.

Gelgelelim bu amacın amacı dediğimiz şeyin ne olduğuna. Sisifos aslında yaşam amacı arayışını temsil etmeye başlamış bir simgedir. Bunu daha iyi anlamak için gelin birlikte amacın tanımını biraz değiştirelim. Amaç, genelde ulaşmak istenen sonuçtur. Biz bunu biraz daha genişletelim. Amaç, ulaşmak istenen sonuç veya o sonuca ulaşmaya çabalamaktır. Amacı bu şekilde düşünecek olursak eminim birçoğumuzun kafasının içi de rahatlayacaktır. Çünkü insan her zaman yaptıklarından bir sonuç elde edemeyebilir. Faydacı düşünceler bize amacı, iyi sonuç, olarak dayattığı için bazen ne yaparsak yapalım olmuyormuş ya da yapamamışız gibi gelir. Bu, sahte başarısızlık hissidir. Aslında amacı kaybetmek de budur. Ancak amacın anlamını az önceki söylediğimiz hale getirirsek çabalayan herkes bir şeyleri başarmış olur. Gördüğünüz gibi bazı konularda insanlık yanlış temeller üzerine kurulmuş olabilir ve bu küçük gibi görünen kelime, amaç, insanlar için büyük bir sorun haline gelebilir. Kısacası insanın amacı her deneyimi bir sonuca kavuşturmak olmamalıdır. Sonuçlar, istisnai deneyimleri deneyimleme cesaretinden doğabilecek olasılıklardır da diyebiliriz. Kimileri bunu sonuç odaklı başarıyı elde edememişlerin uydurduğu bir sığınak olarak da görebilir. Ancak unutmamak gerekir ki bu fikre kapılmaya neden olan şeyler süregelmiş bazı yanlış uygulamalar ve yaşantılar olabilir. Önemli olan ulaşmak değil önemli olan uğraşırken elde ettiklerimizdir, klişesini söylemeden bu kısmı geçmek istemedim. Zaten sonuç başarısı dediğimiz şey aslında bu uğraşı verirken elde ettiklerimizin bir araya gelip nihaiye yakın bir bölümünü oluşturmasıdır. Sonuç odaklı olmamızdaki en büyük etkense, bütünün parçaların toplamından daha büyük olduğu fikrinin içsel olarak toplumların ortak zihnine yerleşmesidir. Bu görüş yanlış olmasa da şahsen eksik bulduğum bir cümledir. Bütün, parçaların toplamından daha büyük bir yapı oluşturabilecek olsa da bazı parçalar işlenmeden önce bütünden daha büyük bir yapı teşkil edebilir. Bir parçayı başka parçalarla birleştirme mecburiyetinde elbette bu büyük parçayı daha küçük, işlenmiş ve bütünü ayakta tutacak uyumluluğa getirmemiz gerekir. Bu şekilde söylemek her ne kadar önceki haline göre uzun sürse de bence bütünü ve bu bütünleri oluşturacak parçaları daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Parça ve bütün kargaşasını bir kenara bırakacak olursak başta belirttiğimiz amaç tanımındaki değişikliği Albert Camus’nün şu sözlerinin de desteklediğini düşünebiliriz “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir’’ (Camus, 2021, s.141). Burada didinmek olarak geçen kısım aslında amaç olarak bireyde var olabilecek olan kısımdır. Yani illaki bir sürecin sonunda bir şey elde etmek değildir. Bazen sonu gelmeyen bir süreç de insan için amaç olabilir. Bu amacı güderken elbette sonuç benzeri şeyler elde edilebilir. Hemen kısa bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki 63 yaşında görece yaşlı bir birey var ve bu birey balkonunda devamlı olarak bitki besliyor. Bu bitkilerle sürekli ilgilendiğini ve bunu son on senedir yaptığını farz edelim. Bu kişi bazı bitkileri çiçek açsa da açmasa da sulamaya ve gübrelemeye devam ediyor. Birey, bitkiler çiçek açmadığında onlara bakmayı bırakıyor mu? Sorusunu yöneltmemiz lazım. Bırakmadığını düşündüğümüzde bu kişinin amacının çiçek görmek veya çiçek elde etmek olmadığını anlamış oluruz. Dikkat ederseniz büyük çoğunluk bitki bakmak, beslemek der. Yani amaç burada çiçek/sonuç elde etmek değildir. Amaç tamamen sürekliliğe dayanır ve aslında Sisifos’un yaptığından pek farkı kalmaz. Tabii Sisifos başta bunu ceza olarak almıştır.

Bir yandan da bizlere yine trajik bir tablo ortaya koyar. Sisifos’un yaşadığı gibi birbirinden farkı olmayan sonsuz bir hapis. Sabah kalk, dün yaptığın her şeyi tekrarla ve uyu. Bu çemberi ancak ve ancak kendi küçük varoluşumuz içerisinde yine kendimizce anlamlı olarak görebileceğimiz sonsuz amaçlar edinmek kırabilir. Garip bir ikilem değil mi? Hem Sisifos gibi olmak hem de Sisifos gibi olmamaya çalışmak. Bu durumda şu unutulmamalıdır, insan veya herhangi bir şey tek yönlü değildir. Keskin bıçağın bile kör yüzü vardır. Biz işimize gelen kısmı kullanmalıyız. Bu şekilde aynı zamanda acıdan, cezadan kaçmış Sisifos ve amacın amacını anlamış Sisifos olabiliriz.

Tüm bu unsurlardan dolayı Sisifos diğer insanlar için amacın amacı haline gelir. Bizlere amacı da amaç olarak edinebileceğimizi trajik bir şekilde öğretir. Yalnızca sonu olan şeylerin değil kendi sonunuza kadar yapabileceğiniz sonsuz şeylerin de amaç olabileceğini bizlere gösterir.

 

KAYNAKÇA

Camus, A. (2021). Sisifos Söyleni. İstanbul: Can Yayınları.

Yeni Tolkien Kitabı Geliyor !

0

Christopher Tolkien’in 2020 yılında vefat etmesinin ardından babasının eserlerinin yayına hazırlanış sürecinin duracağına dair endişeler yaşanmıştı. Ancak çalışmalar devam etti ve dört yıldır eserler hazırlanmaya devam ediyor. Bu gelişmelerin sonuncusu geçtiğimiz günlerde paylaşıldı ve Tolkien severler tarafından ilgiyle karşılandı.

 

Fantas(an)tik Web bu gelişmeyi Türk kamuoyuyla paylaşmaktan gurur duyar.

 

12 Eylül 2024’te J. R. R. Tolkien’in şiirlerinden derlenen bir kitap okuyucuyla buluşacak. Kitabın editörlüğünü Christina Schull ve Wayne G. Hammond üstleniyor. Schull ve Hammond geçmişte Tolkien Araştırmaları (Tolkien Studies) alanına önemli eserlerle katkıda bulunmuştu. HarperCollins Publisher tarafından basılacak eser üç cilt ve 1368 sayfa olacak. Üstelik şimdiden ön sipariş oluşturmak mümkün.

Haber 12 Mart 2024 tarihinde ikilinin kendi bloglarından bu gelişmeyi duyurmasıyla resmiyet kazandı. Bu ikilinin daha önce literatüre sunduğu kıymetli çalışmalar bulunuyor. Bu projenin başında olmaları güven verici. Çalışmanın hikayesini söz konusu blog yazısında bulabilirsiniz.

2023 Kasım ayında Tolkien’in mektuplarının yeni mektuplarla genişletilmiş bir versiyonu okuyucuya sunulmuştu. Tolkien’in şiir derlemesi ise onun gölgede kalan şair kimliğinin daha görünür kılınmasını sağlayacak.

 

Umuyoruz ki gelecekte bu kıymetli eser Türkçe’ye tercüme edilir ve raflarda yerini alır.

 

 

 

Sevgili Kâri

0
Fantasantik Kapak

 

Hayli uzun bir süre ayrı kaldık. 3 Nisan 2022 tarihinde ara vermek zorunda olduğumuzu paylaşmak zorunda kalmıştık. O bir veda değildi. Geri döneceğimizi ifade etmiştik. Aradan neredeyse iki yıl geçmiş olmasına rağmen gösterdiğiniz teveccühün hiç azalmadığını görmek mutluluk verici.

Malumunuz üzere yeniden sizlerle birlikteyiz. Ancak önemli bir farkla; kurucumuzu toprağa vermiş olmanın acısı ile bu sayının Fantas(an)tik’in en özel ve son sayısı olmasıyla. Fantas(an)tik, 9. Sayısını kurucusu ve ebedi genel yayın yönetmeni Oğuzcan Acar’ın eşsiz kalemine ve aziz hatırasına saygı duruşunda bulunarak sizlere veda ediyor.

Bu vedanın tıpkı bir tırtılın kozaya girmesi gibi olduğunu eklemek gerekiyor. İlaven, Fantas(an)tik bu kozadan bir ejderha olarak çıkıyor. Zira kurucumuzun hayattayken arzu ettiği gibi, website formuyla yeniden doğuyor: Fantas(an)tik Web. Yeni formatımızı bize yol gösteren ve bizi bir araya getiren Oğuzcan Acar’a yakışacak şekilde sürdüreceğiz.

Bu yolu yalnız yürümemiz mümkün değil. Bu, sizlerin teveccühü, geri bildirimleri ve katılımlarıyla olanaklı hale gelecek.

Düşe kalka devam ettiğimiz yayın hayatımızın son ve en özel sayısında sizleri İtalyan fantastik edebiyatından, sonsuz uzayın derinliklerine ve Narnia kıyılarından Orta-Dünya’ya götürüyor. Bunun yanı sıra korku anlatılarından manzum hikayelere, şiirlerden kitap analizlerine ve hatta cesur çizimlere kadar zengin bir içerik sizleri bekliyor.

Geçmiş dergi sayılarını ve bu sayılarda yer alan yazıları tür ve yazar bazında websitemizin ilgili sekmelerinde bulacaksınız. Böylece geçmişte yayımlanmış yazılar unutulup gitmemiş olacak. Gelecekte de çalışmalarınızı göndermekten lütfen çekinmeyin. Deneyen, hayata faklı bir pencereden bakan yazarlara kapımız daima açıktır.

 

Sağlıcakla kalın,

 

Fantas(an)tik Yayın Kurulu

Bir Münzevinin Geçişi: Oğuzcan Acar, C. S. Lewis ve Narnia

0
Oğuz Can Acar

Fantas(an)tik ve Oğuzcan

Oğuzcan Acar Fantas(an)tik’i 2020 yılında fantastik roman sahibi genç bir yazar olarak kurmuştu. Aslında Fantas(an)tik bir keşfi imliyor. Oğuzcan’ın keşfettiği veya farkına vardığı hususlar şunlardı: Fantazyanın arkaik kökenleri olduğu ve günümüzün (en azından modernitenin) antikite ve fantazya ile bağı. Bu bağa sahip olan Fantas(an)tik, belki de onun politikayı antikiteye dayandırıp fantazya aracılığıyla açıklama teşebbüsünün ilk adımıydı. Tüm bunlarla birlikte Fantas(an)tik’in kurulduğu günlerde fantastik nitelikteki çalışmalara yer veren bazı platformlar bulunsa da bu hususu yayın politikasının merkezine almış bir derginin varlığından söz edilemezdi. Bir işin ilkini hayata geçirmek zordur ve cesaret gerektirir. Zira emsal olmaması ve ilk etapta ekip toplayıp yazı derlemek hayli güçtür. Bu noktada Oğuzcan’ın girişimciliği ve liderliği kendini gösteriyor. Bir ekip kurup dergiyi sürdürerek “sevgili kâri” şeklinde seslendiği kitlesini oluşturabildiği için bugün bu satırları kaleme alabiliyoruz.

O, bu hedefler doğrultusunda elinden gelenin tamamını ortaya koydu. Genç bir girişimci olarak yüce ereğine giden yolun temelini attı. Bu sayede Fantas(an)tik, onun istediği gibi, bir sonraki faza geçebildi: “Fantas(an)tik Web”. Bunun yalnızca “yeni bir başlangıç” olduğunu ifade etmek hatalı olmayacaktır. Oğuzcan genel olarak sanat ve akademi, detaylandırılacak olursa edebiyat, folklor, sinema, neşriyat, siyaset bilimi ve feminizm gibi alanlarda ortaya koyduğu çalışmalarla ve tanıştırdığı insanlarla yüce ereklerine giden yolun temellerini atmıştı. Bu temel ve hedefler ondan devralmak zorunda kaldığımız mirası teşkil ediyor.

Onun Fantas(an)tik vasıtasıyla gerçekleştirmek için çabaladığı yüce erekleri vardı. Bunları fantastik-mitolojik bir kitle oluşturmak, yaratıcı hatta garip düşünceleri teşvik etmek, bu alanda eli kalem tutan kimselere yayın olanağı sağlamak ve tüm bunları gelecekte kurumsallaştırmak şeklinde sıralamak olanaklıdır. Belki de Fantas(an)tik bir yayınevi ve sivil toplum kuruluşuna dönüşecekti. Kim bilir, belki bunların gerçekleşmesi çok uzak değildir. Bunları onun adına gerçekleştirmek yerine onun yanında mücadele ederek mümkün kılmayı dilerdim.

Onun hedeflediklerinden birisi de gönlünde büyük yer tutan ve zihninin bir tarafını daima meşgul eden (belki orada olmayı arzuladığı) Narnia’yı akademik olarak incelemek ve geniş kitlelere tanıtmaktı. Bunun ona kayda değer hiçbir faydası olmaz, yalnızca manevi bir tatmin sağlardı. Oğuzcan -bugün birçok kimseye uzak gelen- günümüzün maddi-ekonomik değerlerine inanmayan idealist birisiydi. Bu açıdan, eski dünyanın değerlerini göğsünde taşırdı. O bir “Eski Narnialı” idi.

 

Clive Staples Lewis ve Oğuzcan

Clive Staples Lewis, 1898 – 1963 yılları arasında ömür sürmüş İrlandalı yazar ve akademisyendir. Ona şöhret kazandıran husus ise, başta dünya çapında 85 milyondan fazla satmış olan Aslan, Cadı ve Dolap olmak üzere, Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia) serisidir. O ilahiyat ve edebiyat üzerine önemli eserler vermiş büyük bir yazardır.

Oğuzcan, Lewis’in Türkçeye tercüme edilmiş tüm eserlerini edinip okumuştu. Bunun yanı sıra dilimize aktarılmamış diğer eserlerinin ekserisine, bilhassa mektuplarına, hakimdi. Bir internet sitesi için Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia) alıntılarından oluşan bir seçki hazırlamış ve Fantas(an)tik’in sekizinci sayısında ona dair bir kronoloji çalışmasına imza atmıştı. Lewis ve Narnia onun için özeldi. Bununla birlikte yazar olarak Lewis ve Oğuzcan’ın benzer yanları bulunuyor. Bunun ilk izlerini Tamu Kapısı Anıları ve Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia) arasındaki benzerliklerde görmek mümkündür. Zira her iki eserde de “çocuksu” bir heyecan, kurtarma teması, yer yer mizahi anlatımlar ve yazarın bazı noktalarda esere müdahil oluşu gibi “genel manada” ortak özellikler bulunur. İki yazarın eserleri arasında metinlerarası bir analiz yapmak ise başka bir çalışmanın konusudur.

C. S. Lewis, Hıristiyanlık özelinde din temasına eserlerinde sıklıkla yer vermiştir. Aynı tema onun özel hayatında da önemli bir yer teşkil etmektedir. Bununla beraber, iyilik – kötülük dikotomisi, günah ve fedakârlık gibi “insan”a dair meseleler eserlerinde kendini belli etmektedir. Bu durumda onun hayatının Oxford ve Cambridge gibi dinin entelektüel hayata sirayet ettiği türden bir atmosfere sahip şehirlerde geçmesi etkilidir. Bir diğer belirtilmesi gereken husus ise Lewis’in gençlik yıllarında inancını terk edip ateist olmasının ardından J. R. R. Tolkien’in uzun ikna çabaları sonrasında Hıristiyanlığa tekrar dönüşüdür. Bu hususlar onun daima din hakkında düşünüp yazmasına ve konuşmalar yapmasına kaynaklık etmiştir.

Oğuzcan ise Tamu Kapısı Anıları eserinde iyilik – kötülük dikotomisine yer yermiş ve 6 Şubat depremi hakkında kaleme aldığı inceleme yazısında yaşadığı devrin insanî, toplumsal ve politik bunalımlarını okuyucuyla buluşturmuştur. O, “dinî cemaatler” hakkında bir makale kaleme almış olsa da kaleme aldığı tüm eserler tarandığında dinî temalar ön plana çıkmamaktadır. Burada açıklanmak istenen onun dinden uzak olduğu değildir. Aksine, onun da Lewis kadar olmasa da din temasını kullanmasıdır. Netice itibariyle o bir siyaset bilimciydi ve alanın tabiatı gereği ilgi alanları çeşitliydi. Bununla birlikte, Oğuzcan genç bir yazardı. Onun eserlerini verdiği yaşlarda Lewis 1. Dünya Savaşı’nda gazi olmuş, “Spirits in Bondage” başlıklı eseri yayımlanmış ve J. R. R. Tolkien ile tanışmıştı. İki yazarın bunalımlı devirlerde yaşaması ve genç yaşta ilk eserlerini vermiş olmaları da ortak noktalar arasındadır.  En azından bu satırları kaleme alan kişi için şüphesizdir ki Oğuzcan yaşasaydı, hem edebi hem akademik olarak, ömür sürdüğü bunalımlı devirden beslenen büyük eserler verecekti. O bizim yerli Lewis’imiz olabilirdi. Hatta öyle de!

 

Narnia, Derin Büyü ve Oğuzcan

Yüzlerce roman ve onlarca fantazyaya hâkim olan Oğuzcan için Narnia’nın yeri ayrıydı. Onu tanıdıkça ve özellikle biricik romanı Tamu Kapısı Anıları’nı okuyunca bu daha anlaşılır hale geliyor. Çünkü o, Lewis’ten olduğundan daha fazla Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia)’nden etkilenmişti. Bu açıdan ilk olarak onun “gerçek” olana bağlılığı ile ilişki kurulabilir. Zira o, zengin ve derin bir hayal dünyasına sahip olmuşsa da her an hayatın gerçekleriyle yüzleşirdi. O, bir ayağı gerçek dünyada diğer ayağı kurgusal dünyalarda olan bir kimseydi. Onun bu özelliği ile uyumlu olacak şekilde Narnia, tam olarak hayali bir evren değildir. Narnia aynı zamanda bir “paralel evren”dir. Zira Birleşik Krallık’ta yaşayan baş kahramanlar Peter, Susan, Edmund ve Lucy büyü vasıtasıyla Narnia’ya geçiş yapabilmektedirler. Dolayısıyla hem Oğuzcan hem Narnia için gerçeklik ve fantazya bir aradadır. Bu durum onun için Narnia’nın neden özel olduğunu açıklayabilir.

Derin Büyü kavramı ise C. S. Lewis yazınındaki “Deeper Magic” kavramının dilimize aktarılmış halidir. Derin Büyü, Narnia evreni için zamanın başlangıcından önce yaratıcı (Denizlerin Ötesindeki İmparator) tarafından belirlenmiş bir çeşit doğa yasasıdır. Romandaki karakterler bunun bir tecellisini Taş Masa’ya kazınmış halde bulur. Esasen evrenin temellerine ve tarih öncesi devirlerine referans veren bu kavram Oğuzcan için de önemliydi. Bunu Narnia hakkında kaleme almayı planladığı kitap çalışmasına “Derin Büyü” adını vermesinde görmek olanaklıdır. Taslağını tamamladığı veya yarım bıraktığı hakkında henüz bir bilgimiz bulunmamaktadır. Gelecekte Narnia’nın esaslarını ve derin büyüsünü izah eden epistemolojik bir telif eserin kaleme alınacağı muhakkaktır. Bu onun mirası arasındadır.

 

Narnia Karakterleri ve Oğuzcan

Oğuzcan’ın Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia) serisi boyunca onu en fazla, serinin üçüncü cildi olan, At ve Çocuk kitabından etkilendiği kanaatindeyim. Bunun bazı nedenleri bulunuyor. Bunların ilki kitabın karakterlerine dairdir. Onu bir Narnia karakterine benzetmek istenildiğinde akla ilk gelen Aslan, Prens Caspian ve Yüksek Krallar gibi karakterler buna pek uygun görünmüyor. Zira Oğuzcan hayranlık duyulası bir insan olsa da spot ışıkları altında olmaktan hazzetmezdi.  Bu açıdan bir değerlendirme yapılınca onun Narnia evrenindeki yansımasının “Güney Sınırlarındaki Münzevi” karakteri olduğunu ifade etmek hatalı olmayacaktır. Bu görüşümü onunla paylaştığımda çok da şaşırmamıştı. Münzevi karakteri Narnia evreninin Calormen ve Archenland toprakları arasında sınır bölgesinde yaşayan bilge bir kimsedir. Onun bilgeliği, görüsü, derinliği, olgunluğu ve yaşadığı dünyanın karmaşasından uzakta oluşu bana hep Oğuzcan’ı hatırlatırdı.  Zira Oğuzcan’ın tavsiyeleri, olgunluğu, bilgeliği ve huzurdan uzak mecburiyetten sürdürdüğü münzevi bir yaşamı olması böyle düşündürmüştü.  Onun hasletlerine ve özgeçmişine sahip herhangi birisi bunu kibirli ve kötücül bir hale dönüştürürdü ve hatta şova dökerdi. Ancak Oğuzcan mütevazı ve münzevi bir bilgeydi. Narnia kahramanlarında okunabilen hasletlerden birisi de karşılaşılan zorlukların hiçbirinin onların cesaretini kırmamasıdır. Oğuzcan’ın tüm hayatının bu şekilde geçmesinin bu seri ile kurduğu bağı kuvvetlendirdiği şüphesizdir. Oğuzcan da Narnia kahramanları gibi zorluklarla karşılaştığında yolundan dönmezdi. Hiçbir zorluk karşısında pes etmeyip dört kolla kitaplarına ve kalemine sarılması bundan ötürüdür. Öte yandan bir roman olarak At ve Çocuk bir çocuğun heyecanlı yolculuğunu ve mücadelesini görece tanıdık “oryantal” motiflerle anlatarak Tamu Kapısı Anıları’nı uzaktan ve dolaylı olarak etkilemiştir. Onun Lewis’ten ilham alışının merkezini bu husus oluşturuyor olabilir.

 

Sonuç Yerine

Son sözcükleri toparlamak gerekirse, Oğuzcan’ın onlarca eserler verdiği geniş yelpazede bir uğrak noktasını da Narnia oluşturmaktadır. Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia) ve C. S. Lewis onun hem düşünce yapısını hem de edebi tahayyülünü etkilemiştir. Bunun yansımalarını onun karakterinde, hayat hikayesinde ve biricik romanında bulabilmek olanaklıdır. Bu yazının daha uzun ve detaylı hâlini yıllar sonra ve Oğuzcan hayattayken onun “Derin Büyü” eserini yayınlamasının şerefine bir takdim ve analiz yazısı olarak kaleme almayı dilerdim. Onun attığı temel üzerine “fantas(an)tik” nitelikte bir külliyat inşa etmek ve mirasını hakkıyla devralabilmek adına yılmaz bir çaba sergilemenin boyun borcu olduğunun bilincindeyim. Okuyucular üzülmesin! Fantas(an)tik Web ve Oğuzcan’a dair birçok çalışma “sevgili kâri” ile buluşacaktır.

 

Aralık 2023 – Birmingham         

 

 

Bir Dostun Aziz Hatırasına: Hayaller Devrimlerimizdir!

0
Oğuz Can Acar

“sen benim kelimelerimsin,

mürekkebimden akmadan duramazsın.”

-Bilirsin Haydutlar Gerçektir-Oğuz Can ACAR

 

Bir Dostun Aziz Hatırasına: Hayaller Devrimlerimizdir!

Aynura GENÇ

 

Söze nasıl başlanır bilmiyorum… Boğazım düğümleniyor, kelimeler anlamı yitiyor. Ne kelam etsem içimdeki yaşananları tarif etmeye yetmeyecek gibi. Oysaki konuşmaktan çok kendini yazarak daha iyi ifade eden biriyimdir. Fakat insanın elinin kalem tutmaya zorlandığı anlar olurmuş. İşte şimdi öyle bir anın içinde eziliyorum. Ruhum çekiliyor, ezalarım titriyor, gözümün dolmasına mani olamıyorum. Yazmak zor değildi benim için, zor olan böyle bir yazıyı kaleme almaktı. Bu satırlarda onunla olan hemdemliğimizden bahsedeceğim daha çok. Bana, bize, okurlarına neler kattığı ve neler öğrettikleri hakkında bir hatırat kaleme almaya çalışacağım.

Oğuzcan ile hikâyemiz onun Tamu Kapısı Anıları kitabının yayımlanmasıyla başladı. Başından beri severek takip ettiğim Demlik Mecmua ekibi ve aynı ekibin kurucusu olduğu Mavi Gök Yayınları’nın yayın hayatına başlayacağı kitabı merakla beklerken Mavi Gök’ün ilk kitabının mitolojik ve fantastik bir kurgu olduğunu görmek çok sevindirmişti. Özellikle Türk mitolojisini temel alınarak yazılan bu roman ayrıca ilgimi çekmiş ve beni heyecanlandırmıştı. Oğuzcan Acar adını o zamanlar sadece Demlik Mecmua’nın kurucularından ve yazarlarından biri olarak biliyordum. Sonrasında hemen kitabını temin edip okumaya başlamıştım. O zamanlar bir tanışıklığımız yoktu fakat kitabını okudukça onunla yakınlaştığımı hissediyordu. Bazı satırlarının altını çizip kendi kendimle konuştuğumu hatırlıyorum. İfadelerindeki derinlik, altındaki anlamlar bizi birbirimize yakınlaştırıyordu. Sonrasında kendisiyle iletişime geçip romanı hakkındaki görüşlerimi iletmiştim. O günden sonra muhabbetlerimiz arttı, aynı zamanda samimiyetimiz de. Belki tam anlamıyla tanımıyorduk birbirimizi fakat anlayabiliyorduk.

Aradan bir süre geçtikten sonra mitoloji ve fantastik kültür üzerine bir e-dergi çıkaracağını söylemiş ve bu dergide kalem tutmamı istemişti. Evet, o dergi şu an sayfalarında gezindiğiniz Fantas(an)tik idi. Konu özellikle mitoloji olunca reddedemeyeceğim bir teklifti açıkçası ve kabul ettim. Kalemim döndüğünce yazmaya çalıştım. İlk sayıdan sonra Fantas(an)tik’te mitoloji içeriklerinin editörü olarak yayın kurulunda yer alıyordum. Artık Oğuz ile aynı ekibin içerisindeydik. Bu, hayatımdaki en güzel deneyimlerden biri oldu. Onunla çalışmak harikaydı! Bu öyle kuru kuruya söylenen bir söz olmanın ötesinde. Kış güneşinin şu an kalemime ve deftere vurduğu ışığı gibi sıcak, tatlı ve yakmayan ama ruh ısıtan bir şeydi.

Bu sırada tabii Oğuz ile akademi üzerine sohbetler ediyor, görüşmeler yapıyorduk. Ben o zamanlar halkbiliminde yüksek lisans eğitimimi sürdürürken o da siyaset bilimi alanında yüksek lisansına devam ediyordu. Siyaset bilimci olduğu kadar bir halkbilimciydi de aslında. Hatta aramızdaki bağın kuvvetlenmesine halkbilimi alanında yazdığı bir makale vesile oldu diyebilirim. O günler demonoloji üzerine bir makale yazıyordu. Makalenin yayınlanmasına kadar olan süreçte sık sık görüştük, birbirimizin görüşlerinden sıkça istifade ettik ve sonunda makalesi yayınlanmıştı. Bu birlikte deneyimlediğimiz ilk akademik süreç olmuştu. Ondan sonra da akademiye dair ne yapmak istediysek ne yapıyorsak önce birbirimize danışır, sorar, okuturduk. Kabul aldığımız çevrim içi kongre ve sempozyumlara katılır birbirimize varlığımızla destek olurduk. İkimiz de içe dönük, kaygılı, utangaç insanlardık. Bu sebeple birbirimizi çok iyi anlayabiliyorduk. Susarken bile. Tez süreçlerimiz sancılı geçmişti. O gazeteleri tarayıp onlarla boğuşurken ben de Çağatayca bir yazmayı okumaya çalışıyordum. Bu süreçte birbirimize büyük destek olduk. Aynı şehirde yaşamıyorduk ama her an birlikte gibi hareket ediyorduk. Hatta birlikte bir çalışma programı dahi oluşturmuştuk. Eş zamanlı olarak masaya oturup çalışıyorduk. Bazen içinde bulunduğumuz ahval ve şeraite sövüyor sonra da “hak ettiğimiz güzel bir geleceğimiz var ulan!” diye birbirimizi gazlayıp sabahlara kadar çalışıyorduk.

Oğuzcan çok iyi bir arkadaş olmanın ötesinde bir yerdeydi. Harika biriydi. Aynılığın farklılıklarıydık. Biz onunla aynı tarihte doğmuştuk. İnsan hayatında kaç kişiye “senin de doğum günün kutlu olsun” der ki. Bunu yazarken bir tebessüm kaplıyor yüzümü. Aynı tarihte doğduk, aynı tarihte ölemedik. Öldüm gibi bir şey oldu ama ölemedim. O olsa:“Yaşanacak günler var Aynura! Evet, boktan bir durumdasın ama hayallerimiz var unutma, sarıl onlara” diye öğütlerdi. Arkadaşlığımız boyunca her şey olmuştu bana. Çıkarsız, kalıpsız bir sevgiyle sevmiş, anlamak için dinlemişti hep. Güzel bir şey mi olur, ilk onunla paylaşırdım. Çünkü bilirdim ki buna benden daha çok sevinirdi. İnsanın hayatına çok nadir girer her sevincini paylaşmak istediği o ilk kişi. Oğuzcan benim için öyleydi. Uzaktan ve kısa zaman diliminde sıcak, samimi ve doğru bir ilişki kurmuştuk ve onu kaybetmek bir yıkım oldu. Sevdiğim bir arkadaşımdan öte çok iyi bir insanı kaybettim. Saniyeler içinde 9 kurşunla… 9 kurşun bu dünyadan vicdanlı, erdemli, ahlaklı, azimli, özverili, çalışkan, merhametli, saygılı ve duyarlı gibi 9 sıfatın dokuzunu da üzerinde taşıyan bir canı aldı kopardı hayattan…

Oğuzcan ve Fantas(an)tik hakkında kelam etmek istiyorum biraz da. Onu üç kelimeyle ifade et deseler: “hayal, hürriyet ve üretmek” derdim. Oğuzcan hayalperest biri değildi. Yani hayal dünyasında yaşamıyordu. Hayalleriyle kurguladığı gerçekliği ve bir geleceği vardı. Fantas(an)tik de böyle bir hayalin ürünüydü. O, birçok şeyin içinin boşaltıldığı bu dünyada hayallerimizle var olacağımıza inanıyordu. Konuşmalarında ve yazılarında gerçekliğin ilk adımının hayal etmek olduğunu ifade ederdi. İstibdadın gölgesinden kaçıp hayallerin hürriyetini dile getirmek isteyenlere bir ses ve yol oldu Fantas(an)tik. Herkese konuşma hakkının verildiği bu dünyada bizimkisi susulacak bir mesele değildi. Oğuzcan en çok da bunun için mücadele etti. Düşüncenin varlığı ve ifade edilişi onun için önemliydi. Hürriyet için konuşmak, üretmek ve yaşatmak gerekti.

İnsan anlatılarıyla var olan bir canlıdır. Yaşayabilmek için suya ve çeşitli besinlere ihtiyacı olsa da var olabilmek için “anlam”a ihtiyacı vardır; anlamaya, anlatmaya, anlaşılmaya… Oğuz’un Fantas(an)tik’teki meselesi de buydu: anlamak, anlatmak, anlaşılmak. Bununla birçok insana yol açtı. Birçok insan onun öncüsü olduğu bu yolda kendi anlam arayışını ifade etti.

Türkiye’de fantastik kültürün, mitolojinin potansiyelini göstermek, bir karşılık oluşturmak ve literatüre katkı sağlamak amacıyla tamamen gönüllülük esasına dayalı bir ekiple çıktığımız yolda birlikte çok şey deneyimledik. Üretmenin, hayal etmenin, birlikteliğin o sıcaklığı bizlerin en nadide deneyimlerinden olabilir. Oğuz’un açtığı bu yolda el ele verip bir bütün olduk. O her zaman birleştirici bir şahsiyetti. Mücadeleciydi! Kimileri yumruk yumruğa mücadele ederken o fikirleri ve kalemiyle mücadele ediyordu. Durmuyordu, düşünmediği, yazmadığı bir an bile yoktu adeta. “acelesi mi var yahu az dinlen, nefes al” derdim… Meğer acelesi varmış. Şu ahir ömrüne anlam katmak, hayatı yaşamaktan ziyade yazmak istemiş.

Son satırlara gelirken sevgili kâri, onun kısacık hayatı, fikirleriyle, eyledikleriyle anlamlandırdığı hayatı, bize ışık ve yol olsun. Onun açtığı bu yolda hayallerimizle var olmaya devam edeceğiz. 2020 yılının sıcak bi’ yazında bir yazar olarak kurduğu Fantas(an)tik’i onun istediği, hayal ettiği noktaya birlikte taşıyacağız! Bu artık bir gönül meselesidir bizim için. Hayaller devrimlerimizdir, devrimler ki kelimelerle gerçekleşir. Öyle yukardan inmişçesine değil, yavaş yavaş büyüyen halkalar gibi. “ve unutma hiçbir haydut el koyamayacaktır kelimelere…” Bir hayali birlikte büyüteceğiz sevgili kâri. El ele kalem kaleme…

 

Aralık 2023, Tokat.

 

Oğuz’un Ardından

0
Oğuz Can Acar

İçimdeki gürültünün kaynağı bu sessizlik. Beni uyutmayan bu sessizlik. Seninle konuştuğum, hatırladığım, dertleştiğim bu sessizlik. Sesten ayrı kalmama sebebim bu sessizlik. Tren yolculukları, uykusuz geceler ve haykırışlar hepsi anlamsız, hepsi kimsesiz. Yalnızlığın işime işlediği şu günlerde yolumu aydınlatıyor belki de şu sessizlik.

Karanlık diyarlara dair öyküler yazılır, korku ile okunur öyle değil mi? Peki artık korku duyamayanlar onlar ne yapar? Onlar görevlerini tamamlamıştır sayabilir miyiz? Görevlerini tamamlayıp ak diyarlara göçerler öyle değil mi? Nerede bu ak diyarlar? Yücelerin buluştuğu, belki kavuştuğumuz belki zikrettiğimiz, belki düşündüğümüz belki yalan o diyar. Buluşacak mıyız sizce de oralarda, yüzlerimiz artık gülecek mi? Solmaya başlayan hayallerimiz artık yeşillenecek mi?

Bırakıp gittiğinden beri suskunluğuma eklenen suskunluk artık iyiden iyiye canımı sıkmaya başladı. “Acıyı yaşayamamak, acıyı kalbimize gömmek mi?”, doğru olan bilemiyorum. Hakkında yazmak istiyorum fakat yazamıyorum. Söylemek istediklerimi söylemiyorum. Korktuklarından ben de korkuyor, güldüklerimize hâlen gülüyorum. Hep söylediğin yerden vuruldun, çare olamadığımız için yanıyorum. Çektiklerinin bedelini ödetemeyeceğim için kendimden utanıyorum. Ayrıldığın, bıraktığın insanları düşünüyorum. Eğer ayrılmazsam çok üzülecek demiştin, hatırlıyorum. “Benim hayatım iyi bir hayat değil, Zaten benim hayatıma ortak olarak mutlu olamayacak, Ben asla mutlu olamayacağım.” Şimdi mutlu musun peki? Son anına kadar olan mücadelen yüzünü güldürdü mü? Görmeyi çok istiyorum. Kabul edemiyorum, kaldıramıyorum.

Lise çağlarında başlayan dostluk, abilik, kardeşlik, mihmandarlık. Yaşanan onca olay ardından söylenecek onlarca söz sıralanıyor, susuyorum ama uğruna birkaç kelime etmek istiyorum.

Ben 16 yaşında iken tanıştığımızda ilk dikkatimizi çeken birbirimize olan benzerliği düşünüyorum. Yıllar geçtikçe artan benzerliğimizi hem saç hem duruş hem bakış hem görüş tekrar anımsıyorum. Günler geçtikçe birbirini konuşmadan anlayan iki insana dönüştüğümüzü hatırlıyorum. Kimi zaman uzak düşer, kimi zaman aynı şehrin sokaklarını birlikte turlardık. Akciğerini tutan hastalığa rağmen sigara içtiğinde kapının önünden bağırdım, “Ben sigaradan ölmem” dedin değil mi, görüyorum. Satırlarında bir nokta olduğum bu dergiyi birlikte kurduğumuz, “Acaba bir şey yapabilir miyiz?” dediğimiz günü yaşıyorum. Tanrı yoluna giderken yaptığımız akınlarda beni hiç yalnız bırakmadın ama ben seni yalnız bıraktım. Kelimeler ile kazandığın hayatın tekrardan kelimeye dönüştü. Seni şimdi kelimeler ile anar olduk. İyi ki varsın, iyi ki vardın ağabeyim. Hakkını helal et.

Bir Eflatun Mektup

0
bir eflatun mektup

Sana bu mektubu sabah saat altı on sekizde “Apocalypse” dinlerken yazıyorum. Üzerimdeki mahmurluk kokusu bütün eve sindi. Kedi bile nasibini fazlasıyla aldı. Kıvrıldığı yerde saatlerdir uyuyor. Nefes alıp verdiğinden emin olmak için tozpembe burnunu kontrol ediyorum. Göçmediğine kanaat getirince de kokumu alıp uzaklaşıyorum yanından. Cam kenarında dedikodu yapan kaktüse gözüm takılıyor. Kahverengiye çalan dikenleriyle tam dört yıl sonra yavru veren büzüşük kaktüse. “Kökleri sağlam.” demiştin. “Toprağa tutunmuş.” Benim köklerim de sağlam mı?

Bu kupkuru evi nefes alan bir yer hâline getirdiğimiz günleri hatırlıyorum. İlkten mutfağı yerleştirip çay koymuştuk hemen. “Burada yaşayan birileri var” demekti çaydanlığın fokurtusu. Kendini evinde hissettiğin için mutluydum. Neticede aynı bahçenin çiçekleriydik biz. Bazen dikenli bazen susuz ama hep bir.

Hayatla tavsayan ilişkimi düzeltme konusunda girişimlerim oldu. Fakat düşsel dünyalardan kopmadım. Gerçeklerle olan kayıtlı-kayıtsız hâlim de kimseyi sarmadı. Ben yüzleştim kendimle lâkin hayat her defasında yüzsüzleşti. Karıncaları ezmemek için yere bakarak yürüyen ve ayakları durmadan birbirine dolaşan bir çocuktum. Belki de kendim sandığım kişiden farklı biriydim. Bilmiyorum. Çocuk hafızama ait anlar o kadar az ki. Hatırladığım tek bir soru var: Yuvarlandığım yerden kalkabilecek miyim?

Yıllar geçse bile değişen pek bir şeyin olmadığını görüyorum. Hayatla olan umutsuz bir kavga benimki. Tanıdıklarla karşılaşmamak için gösterdiğim gayreti hayata karşı gösterememenin verdiği tedirginlik. Beni anlamıyorsan bile anlıyor gibi yap lütfen! En çok buna ihtiyacım var. Esirgeme benden şefkatini. Hem merhametli bir çocuktum ben bu hâllerim yanıltmasın seni. Herkes kadar suçlarım vardır elbet. Ama büyük suçlar işlemedim inan. En büyük suç “hırsızlık” diyorlar. Hayatı çalınmış bir insanın faili nasıl cezalandırılır? Haydutlar ne zaman el çeker yakamdan? Susuyorsun. Bazı sorular karşılığını bulamıyor işte. Bazı duygular da öyle.

Dile dökemediğim her şey ruhumu kanırtıyor. Bedenime yük oluyor ruhum. Hissizleşiyorum. Yağmur pis pis yağıyor. Gece bütün kokuların üstüne toprak çekiyor. Kedi geriniyor, kaktüs dedikodudan yorgun düşüyor, ben bırakıyorum köklerimle cebelleşmeyi. Tek yoldaşımız olan kitaplar, şiirler kalıyor geriye. Masa lambamı yakıp yüz yirmi yedinci sayfayı açıyorum.

 

“bütün derinlikler sığ

sözcüklerin hepsi iğreti

 

değişen bir şey yok hiç

ölüm hariç.

 

aynı gökyüzü aynı keder.”

 

Hâlimi anlatacak başka türden sözler yok! Yaralı bir ses hepsini söylemiş. “Saçılmış bir nar gibi” toparlanması mümkün değil çoğu şeyin. Duvarlar leke leke kırmızı. Yerler de öyle. Yuvarlandığım yerden kalkamıyorum.

Bu Gün

0
Bu Gün

Merhum dedem Necmettin Artuğ’un henüz 18 yaşında kaleme aldığı bu şiiri; canım cananım dostum Oğuzcan’ı kaybettikten sonra okuduğumda bana, onu hatırlattı. Tekrar tekrar okudum ve her okuyuşumda, her mısrada Oğuzcan’ın yokluğu yüreğimi dağladı. Onun bize emaneti olan Fantas(an)tik’te onu anmanın ruhumda açtığı yara ile satırlarıma son verirken sözü 74 yıl öncesinden gelen acımın tercümanına bırakıyorum.

Bilge Artuğ


Bu Gün

Necmettin Artuğ

Aşkınla seven’i kün oldum bugün

Bir mecnun’i divane oldum bugün

Cemalinle çektim ben derdi elem

Gamzem sulanır çeşmim ağlar bugün

Nasıl gülsün yüzün gönüller ayrı

Bigâneydim bi’ mekân oldum bugün

Çeşmim ağlar artık asüman gibi

Hicranım arttı da cuş oldum bugün

Görmüştüm o yâri sanki bir peri

Vaktinde açılmış seher gülleri

Bana haram oldu yârin illeri

Cananımdan cüda ben oldum bugün

 

3 Aralık 1949 – Erzurum

 

 

Dostum, can yoldaşım Oğuzcan, cananımdan cüda ben oldum gittiğin gün…

Vampir Hizmetçi – Hume Nisbet

0
Vampir Hizmetçi - Hume Nisbet

Çeviren: Bünyamin TAN

Bu, haftalarca tam aradığım türden bir mekândı, çünkü tamamen toplumdan izole olmak istediğim bir ruh halindeydim. Kendime olan güvenim azalmış, insanlarımdan bıkmıştım. Kanımda garip bir huzursuzluk vardı, beynimde verimsiz bir kuruluk. Tanıdık nesneler ve yüzler tiksinti verici gelmeye başlamıştı. Yalnız olmak istiyordum. Sahibi fazla çalışmış veya uzun süre aynı çizgide yaşamış her sanatsal zihnin yaşadığı bir ruh haliydi bu. Doğanın ona yeni otlaklar araması gerektiği işareti olarak gelir, geri çekilmenin gerekli hâle geldiği işaretidir.

Eğer boyun eğmezse, çöker, kaprisli ve melankolik hâle gelir, aynı zamanda aşırı eleştirel olur. Bir insanın kendinin veya başkalarının işi hakkında aşırı eleştirel ve ayıplayıcı hâle gelmesi her zaman kötü bir işarettir, çünkü bu, işin canlı kısmını, tazeliğini ve coşkusunu kaybettiği anlamına gelir.

Eleştirinin kasvetli aşamasına varmadan önce, hızla sırt çantamı topladım ve trenle Westmorland’a gittim; yalnızlık, taze hava ve romantik çevre arayışıma yürüyüşle başladım.

Bu erken yaz gezintim sırasında birçok yer buldum ki neredeyse aradığım koşullara sahipti ancak bazı küçük aksilikler karar vermemi engelliyordu: Bazen manzarayı beğenmedim. Diğer yerlerde ev sahibi kadına veya ev sahibi adama ani bir sevimsizlik besledim ve onlardan, bir hafta boyunca denetimleri altında geçirdikten sonra nefret edeceğimi hissettim. Bana uygun olabilecek diğer yerlerde istenmeyebilirdim, çünkü bir kiracıya ihtiyaçları yoktu. Kader beni bu bozkırdaki kulübeye sürüklüyordu. Kimse kaderi engelleyemez.

Bir gün deniz yakınlarındaki geniş,  yol olmayan bir bozkırda kendimi buldum. Önceki gece küçük bir köyde uyumuştum ancak o köy çoktan sekiz mil arkamda kalmıştı. Zaten köye sırtımı döndüğümden beri insanlık belirtileri görmemiştim: Üzerimde güzel bir gökyüzü, taş ve fundalık höyükler üzerine esen serin, temiz bir hava vardı, düşüncelerimi bulandırmak için ise hiçbir şey yoktu. Fundalıkta ne kadar uzandığını bilmiyordum. Sadece düz bir çizgide devam ederek deniz kayalıklarına ulaşacağımı, belki de bir balıkçı köyüne varabileceğimi tahmin ediyordum. Sırt çantamda yiyeceklerim vardı. Genç olmam, yıldızlar altında bir gece geçirmekten korkutmuyordu. Lezzetli yaz havasını soluyor, kaybettiğim canlılığı, mutluluğu tekrar kazanıyordum; şehirde kurumuş beynim tekrar canlanıyordu.

Böylece saatler saatleri takip etti. Saatlerce adımladım, sabahleyin yaklaşık on beş mil kadar yol kat etmiştim ki uzakta, yalnız bir taş evin sert çatısını andıran kulübeyi gördüm. “Mümkünse orada kamp yaparım,” dedim ve adımlarımı hızlandırdım. Sakin, özgür bir yaşam arayışında olan biri için, bu kulübeden daha uygun bir şey olamazdı. Yüksek kayalıkların kenarında duruyordu, ön kapısı bozkıra, arka bahçenin duvarı okyanusa bakıyordu. Yaklaştıkça dans eden dalgaların sesi bir ninni gibi kulaklarıma vurdu, sonbahar fırtınaları başladığında ve deniz kuşları sazlıkların sığınağına kaçtığında nasıl gürleyeceklerse öyleydi. Önünde yayılan küçük bir bahçe vardı, etrafı yatmak isteyen biri için yeterince yüksek kuru taş duvarla çevriliydi. Bu bahçe, kırmızının baskın olduğu bir renk cümbüşüydü, diğer yumuşak tonlarda yetiştirilen gelinciklerin çiçeklenirken aldığı renklerdi, çünkü bahçede sadece bunlar yetişiyordu. Yakınlaştıkça,  bu eşsiz gelincik koleksiyonunu ve pencerelerin temizliğini fark ettim. Ön kapı açıldı, bana doğru yavaşça gelirken, beni karşılamak için geri çekildiği anda olumlu izlenim bırakan bir kadın belirdi. Orta yaşlardaydı, gençken oldukça güzel olmalıydı. Uzun boylu, hâlâ formda, pürüzsüz ve temiz bir cilt, kendisine düzenli baktığının işaretiydi. Bu görünüşünün hemen ardından bana bir rahatlama hissi veren sakin bir ifadeyle karşılaştım. Sorduğumda, bana hem oturma odası hem de yatak odası sunabileceğini söyledi ve içeri davet etti. Onun pürüzsüz siyah saçlarına ve ferahlık hissi veren kahverengi gözlerine bakarken, konaklama konusunda çok titiz olmayacağımı hissettim. Böyle bir ev sahibesiyle, burada aradığımı bulacağımdan emindim.

Odalar, beklentimin çok üstündeydi. Etraflarında lavanta kokusu bulunan zarif beyaz perdeler, çarşaflar, kalabalık olmayan sıcak bir oturma odası… Sonsuz bir rahatlama nefesiyle sırt çantamı fırlattım ve odaları kiraladım.

Ev sahibesi, kızı olan dul bir kadındı, ilk gün göremediğim kızı, çünkü hastaydı ve odasına kapatılmıştı. Ertesi gün onu gördüğümde tanışmıştık. Hâlâ hastalığın izlerini taşısa da daha iyi olduğunu tahmin ediyordum.

Yemekler basitti ama tam damak zevkime göreydi, lezzetli süt ve ev yapımı çöreklerle tereyağı, taze yumurta ve pastırma… Doyurucu bir yemek ve çayın ardından halimden memnun bir hâlde erkenden yattım.

Mutluydum, bir o kadar da yorgun. Yine de hiç rahat bir gece geçiremedim. Bunun nedenini tuhaf yatağa bağladım. Aslında uyudum ama rüyalarla dolu gece yüzünden geç saatlerde, dinlenememiş bir şekilde uyandım. Kahvaltıdan önce bozkırda yürüyüş yapmak, beni canlandırdı ve iştahımı yerine getirdi.

Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inde gösterdiği gibi, genç bir adamın ilk görüşte âşık olabilmesi için öncelikle bazı zihinsel koşullar ve ağırlaştırıcı durumlar gereklidir. Şehirde, her saat başı yanımdan geçen birçok güzel yüz olmasına rağmen, sabah yürüyüşümün ardından kulübeye girdiğimde, ev sahibimin kızı Ariadne Brunnell’in tuhaf çekiciliğine karşı anında boyun eğdim.

Bu sabah biraz daha iyiydi. Kulübede konakladığım süre boyunca yemeklerimizi birlikte yiyorduk, bu sayede kahvaltıda bana eşlik edebildi. Ariadne, klasik anlamda güzel değildi, teni çok soluk beyazdı ve ifadesi ilk bakışta tamamen hoş olmamakla birlikte, annesinin daha önce bahsettiği hastalığı sebebiyle oldukça donuktu. Yüz hatları düzensizdi, saçları ve gözleri o tuhaf beyaz teniyle çok siyah görünüyordu ve dudakları Aubrey Beardsley’nin dekadans uyumları dışında hiçbir şeye benzemeyecek kadar kırmızıydı. Önceki gece gördüğüm fantastik rüyalarım ve sabah yürüyüşüm, bu modern afişlere benzeyen, hasta kız tarafından büyülenmeye hazır olmamı sağlamıştı.

Fundalığın tenhalığı, okyanusun şarkısıyla kalbimi özlemle doldurup sarstı. Göz alıcı gelincik çiçeklerinin ve fundalığın yüze çarpan uyumsuzluğu, kulübeye yaklaştığımda ürpermeme neden oldu ve son olarak bu tezatlardan oluşan tuhaf temsil, benim boyun eğişimi tamamladı.

Annesi onu tanıttığında sandalyesinden kalktı, elini uzatırken gülümsedi. O yumuşak kar tanesini sımsıkı kavradım. Bunu yaparken hafif bir heyecan üstümde dolaştı, bir an için kalbimin atışını durdurdu. Bu temasın onu da benim gibi etkilediği görünüyordu. Yüzünde beyaz bir alev gibi beliren berrak bir alaşım parladı, sanki bir alabaster lamba yanmış gibi yandı. Siyah gözleri bakışlarımız kesiştiğinde daha yumuşak ve nemli hâle geldi, kırmızı dudakları nemlendi. Artık canlı bir kadındı, öncesinde ise yarı ölü gibi görünüyordu. Beyaz ince elinin tanışma sırasında genellikle insanlardan daha uzun süre elimde kalmasına izin verdi, sonra yavaşça çekti, birkaç saniye boyunca kararlı gözlerle bana bakmaya devam etti.

Bunlar, engin kadifemsi gözlerdi, ancak gözlerini üzerimden kaydırmadan önce tüm irade gücümü emmiş, beni onun zavallı kölesi yapmış gibiydi. Derin, koyu su birikintilerine benziyorlardı, ancak beni ateşle doldurdular ve gücümü elimden aldılar. Sabah yatağımdan kalktığım gibi sandalyeme çöktüm.

Yine de iyi bir kahvaltı yaptım. Bu tuhaf kız pek bir şey tatmamış gibi görünse de, oldukça canlanmıştı, yanaklarında hafif bir renklenme vardı, bu da onu çok daha genç ve neredeyse güzel gösterdi. Ben buraya yalnızlık aramak için gelmiştim, ama Ariadne’yi gördüğümden beri sanki sadece onun için gelmişim gibi görünüyordu. Çok canlı değildi; aslında geriye dönüp düşündüğümde, kendiliğinden söylediği hiçbir şeyi hatırlayamıyorum; sorularıma tek heceli cevaplar verdi ve beni sözleriyle yönlendirmesine izin verdim; ama etkileyiciydi ve düşüncelerimi kendi istediği doğrultuda yönlendirdi ve gözleriyle benimle konuşuyor gibi göründü. Onu ayrıntılı bir şekilde tanımlayamam, sadece ilk bakış ve dokunuşuyla beni büyülediğini ve başka hiçbir şeyi düşünemediğimi biliyorum.

Beni ele geçiren hızlı, dikkat dağıtıcı ve yutucu bir hevesti, gün boyunca onun peşinde bir köpek gibi dolaştım, her gece o beyaz parlayan yüzü, o kararlı siyah gözleri, o nemli kırmızı dudakları hakkında rüyalar gördüm, her sabah önceki günden daha cansız bir şekilde kalktım. Bazen onun o kırmızı dudaklarıyla beni öptüğünü hayal ederdim, siyah ipek saçlarının boynumu sardığı teması titrerken hissederken, bazen de havada süzüldüğümüzü hayal ederdim. Onun kolları beni sarmış ve uzun saçları bizi iki kara bir bulut gibi sararken, ben sırt üstü yatıyordum ve çaresizdim.

O ilk gün kahvaltıdan sonra benimle fundalığa gitmeye karar verdi. Geri döndüğümüzde aşkımı dile getirmiş ve onun onayını almıştım. Onu kollarımın arasına aldım, öpüştük. Tüm bunların bu kadar hızlı gerçekleşmesini tuhaf bulmadım. O benimdi ya da daha doğru bir ifadeyle ben onundum, bir an bile duraksama olmadan. Ona, beni gönderenin kader olduğunu söyledim, çünkü aşkım konusunda hiç şüphe duymuyordum ve o da bana hayatını geri verdiğimi söyledi.

Ariadne’nin tavsiyesi üzerine ve aynı zamanda doğal bir çekingenlik nedeniyle aramızdaki ilişkinin ne kadar hızlı ilerlediğini annesine bildirmedim, ancak her ne kadar ikimiz de mümkün olduğunca ihtiyatlı davranmış olsak da Bayan Brunnell’in birbirimizle ne kadar sıkı fıkı olduğumuzu görebileceğinden hiç şüphem yoktu. Âşıklar, saklanma tarzları bakımından deve kuşlarından pek farklı değildir. Bayan Brunnell’den kızını istemekten çekinmedim çünkü o zaten bana karşı tarafını göstermiş, bana onu bahşetmişti. Onun hayattaki konumuyla ilgili bazı güvenceleri vardı ve bu nedenle sosyal konum söz konusu olduğunda evliliğimize gerçek bir itirazda bulunamayacağını biliyordum. Sağlıkları için bu ıssız yerde yaşıyorlardı ve diğer insanlardan bu kadar uzakta hizmet alabilecekleri bir hizmetçi bulamadıkları için hizmetçi bulundurmuyorlardı. Gelişim hem anne hem de kız için uygun ve hoş karşılanmıştı.

Ancak edebimden ödün vermemek için, itirafımı bir hafta veya iki hafta kadar geciktirmeye ve bunu itinalı bir şekilde yapabileceğim uygun bir fırsatı kollamaya karar verdim. Bu arada, Ariadne ile beraber keyif sürüp vakit geçirdik. Her gece, ertesi gün işe başlamayı düşünerek yatmaya çekildim. Her sabah da o rahatsız edici rüyalardan bunalmış bir şekilde uyandım, aşkım dışında hiçbir şeyi düşünmedim. O, her geçen gün daha da güçlenirken, ben onun yerini alıyormuş gibi görünüyordum. Delicesine âşık olmuştum, sadece onunla olduğumda mutluydum. O benim tek yıldızım, tek sevincimdi, hayatımdı.

Uzaklara gitmiyorduk. Ben en çok kuru çimenlerde yatmayı, onun parlayan yüzünü ve içimin derinliklerine işleyen bakışlarını izlerken uzaktaki dalgaların sesini dinlemeyi seviyordum. Tembelliğimi aşk yaptı sanıyordum çünkü bir adam yanında arzuladığı her şeye sahipse, bir kediyi taklit eder gibi güneşte uzanmaya meyillidir.

Şimşek hızıyla büyülenmiştim ancak hayal kırıklığım da bir o kadar hızlı oldu, zehrin kanımdan ayrılmasından önce uzun bir süre geçti.

Köye gelmemden yaklaşık iki hafta sonra bir gece, Ariadne ile keyifli bir dolunay yürüyüşünden sonra eve dönmüştüm. Gece sıcaktı, yatak odamın penceresini açık bıraktım ki içeri az da olsa hava girebilsin.

Her zamankinden daha fazla bitkin düşmüştüm, sadece çizmelerimi ve ceketimi çıkaracak gücüm vardı. Yorgun bir şekilde yatağın üzerine kendimi attım ve anında uykuya daldım; her zaman masanın üzerine konulan, sek içtiğim gece içkisini tatmadan… Bu gece ürkütücü bir rüya gördüm. Sanırım bir canavar yarasa gördüm, Ariadne’nin yüzü ve saçlarıyla, açık pencereye uçtu. Beyaz dişlerini, kırmızı dudaklarını koluma geçirdi. Korkuyu aklımdan, bedenimden uzaklaştırmaya çalıştım ama başaramadım; canavar, kanımı iğrenç bir keyifle emerken uyuşuk bir zevkle de esir alınmış, zincirlenmiş gibiydim.

Rüyadaymış gibi bakındım etrafa, yere uzanan genç erkek cesetlerinin sırasını gördüm, her birinin kolunun aynı bölgesinde, vampirin beni emerken kolumun üzerinde bıraktığı kırmızı işaretten onlarda da vardı. Son iki haftadır kendi kolumda böyle bir işareti gördüğümü hatırladım, hayret etmiştim. Aniden tuhaf zayıflığımın sebebini anladım, aynı anda uykulu zevkime bir anlık bir ağrı basıncıyla uyandım.

Vampir o gece acelesinden biraz fazla derin ısırmıştı, uyuşturucu içkiyi tatmadığımı fark etmeden. Uyandığımda onu gece yarısı, ay ışığında net olarak gördüm, siyah saçları dalgalanıp kırmızı dudakları koluma yapışmışken… Dehşetle çığlık atarak onu geri ittim, vahşi gözlerini, parlayan beyaz yüzünü ve kan lekeli kırmızı dudaklarını gördüm. Korku ve nefretimle geceye doğru koştum ve lanetli fundalıktaki o evle aramızda bir mil mesafe bırakana kadar durmadan delice kaçtım.

 

Atlantropa Öyküleri I: Son Avrupalı

0
Atlantopa Öyküleri I: Son Avrupalı

Ben Maria. Soyumun benimle biteceğini bildiğim için soyadımı bilmenize gerek olmadığını düşünüyorum. Bu yazıyı, benden sonra bu kıraç topraklarda dolaşacak, çöllerde yaşayacak kadar cesur ve deli insanlardan biri bulur ve belki ilgisini çeker diye yazıyorum. O insanın kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok, ancak ona sorabileceğim, asla anlayamayacağından cevaplayamayacağını bildiğim bir sorum var: Yemyeşil toprakların altından gittiğini ve yerini kurak bir çölün aldığını hissettiğinde tepkin ne olurdu?

Evet, bu kağıtları bulduğun kurak ve acımasız çöller, bir zamanlar verimli ve hayat dolu topraklardı. Belki de bütün dünya üzerinde eşine az rastlanan doğal ve insani çeşitlilik, bu toprakların üzerinde milyonlarca sene sürdü. Bazılarımız bunu yok ettik, bazılarımız bunun yok edilmesine destek verdik, bazılarımızın da elinden hiçbir şey gelmedi. Destek verenler ve onların çocukları şimdi bu topraklarda değiller, yüzyıllar önce kaçıp gittiler. Hoş, o korkakların hayatta kalmasına izin vermemiz bile büyük bir hataydı. Şimdi onların kurduğu bir kukla devletinde yaşıyorsunuz. Bazen bu duruma düşmemiz bizim suçumuz muydu diye düşünüyorum. Yine de, sana bu çölün nasıl oluştuğuna dair bir şeyler söyleyebilirim sanırım.

Üzerinde durduğun Atlantropa ülkesinden önce Avrupa denen bir kıta vardı. Bu kıtada birbirinden farklı ve binlerce senedir çeşitli sebeplerle düşman olan ülkeler vardı. Bu köklü tarihin bazı dönemlerinde, bazı liderler bu ülkeleri birleştirmeye ve kendi kontrolleri altına almaya çalıştılar, ancak bu kıtanın gerçek birleşmesi, iki dünya savaşı sonra oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bütün Avrupa ülkeleri, hem doğularından hem de batılarından gelen ve onları daha da düşmanlığa sürükleyebilecek büyük devletlerin boyunduruğundan çıkmanın yolunun birleşmek olduğunu anlamışlardı. Bu anlayışla birleşip, Avrupa Birliği’ni kurmuş ve dünyanın geri kalanına karşı bu şekilde duracaklarını ilan etmişlerdi.

Avrupa Birliği’nin kurulduğunu ilan ettikleri günü hayal meyal hatırlıyorum. Altı yaşında bir çocuktum. O zamanlar, memleketim olan İtalya’da memurluk yapan anneme neler olduğunu sormuştum. Annem ise, o zaman anlayamadığım bir gurur ve mutlulukla “Sonunda biriz Maria!” deyip beni havaya kaldırarak birkaç defa kendi etrafında döndürmüştü. O günün akşamında kutlamaya gidip danslar etmiştik. Tam olarak neyi kutladığımızı anlamamıştım o çocuk halimle, ancak ailemin mutlu olduğunu görünce bunun iyi bir şey olduğunu düşünüp ben de mutlu olmuştum. Şu andaki halimde olsam, oradaki herkesi uyarmaya çalışırdım herhalde.

Faydasız şeylerde uzman biriyim, bu yüzden bir çevre bilimci oldum. İlk işim, Avrupa Birliği içerisindeki nükleer atıkların bertarafını yürüten bir tesisteydi. Bu tesis, WRAN ismindeki bir teknolojinin geliştirilmesi sayesinde mümkün olan ve bana göre insanlığın yaptığı en kutsal şeydi. İnsanlık olarak, bir tarafta kendimizi yok edecek şeyi yaratmışken, diğer tarafta ise kendimizi devasa bir kıyametten kurtarabilecek bambaşka bir şeyi yaratmıştık. En güçlü kılıç ve en güçlü kalkan birbirine karşı duruyordu. Kalkan bizim elimizde olduğu sürece, elinde kılıç olandan korkmamıza gerek olmayacaktı, en azından o zamanlar düşündüğümüz buydu.

WRAN silahları bizi o kadar iyi korumuştu ki, yıllar içerisinde nükleer tehlikede olan başka devletler de Avrupa Birliği’ne bağlı özerk bir devlet olabilmek için anlaşmalar yapmaya başlamıştı. Yapılan anlaşmalardan bir sonuca bağlı olarak Türkiye’ye kurulacak yeni WRAN üslerinden birinde çalışmaya yolladılar beni. Aslında oralarda işim kolaydı, Erzurum isimli ufak bir şehirde inşa etmeye başlanan WRAN üssündeydik. Şehir soğuktu, ancak oradaki insanlar meraklı ve sıcaktı. En azından, orada daha önce yaşamış olan Türk tanıdıklarımın anlattıkları kadar kapalı bir çevre değildi. Elbette tamamen kabul edilmemiştim, ancak bu insanların beni tamamen kabul etmesinin bir önemi de yoktu zaten. Orada yaşayanların pek çoğuna mesleğimi anlatmıyordum zaten, anlatmam yasaktı. WRAN’ler her ne kadar iyiliğimiz adına olsalar da, yine de gizlice yürütülen bir proje olmalıydı. Zaten bu yüzden pek çok WRAN silahı gözlemevi şeklinde inşa edilmiş, o zamanlar yaşayan halka da “Her üniversitenin astronomide güçlü olması, devletimizin hali hazırda süren uzay yarışında öne geçmesini sağlamak için önemli bir adımdır.” diyerek WRAN projesinin üstü örtülmüştü. Pek çok Avrupalı, WRAN’lerin varlığını sonumuz gelene dek öğrenemeyecekti.

O günün tarihini çok net hatırlıyorum. 19 Ocak 1974, günlerden Cumartesi’ydi. O gün, bir senedir görmediğim arkadaşlarım beni ziyarete gelmiş ve beraber güzel bir akşam yemeği yiyip eskilerden konuşarak eğlenmiştik. Günün sonunda beraber evime geçmiştik ve bayağı geç saatlere dek içip eğlenmeye devam etmiştik. Tam uyumaya gidecektik ki, telefonum çaldı. Telefona baktım, sarhoş olsam da yeterince ayıktı kafam, telefonda bana söylenen şey de beni tamamen ayıltmaya yetmişti:

“Maria, hemen tesise gelmen gerekiyor! Sovyetler Birliği’nden nükleer füze saldırısı uyarısı geldi! Çabucak kendini toparla ve on dakikaya burada ol, burada bütün çalışanların olması gerekiyor, haydi!”

Telefonu kapattığım gibi ceketimi giydim, atkımı taktım, iş çantamı aldım ve arkadaşlarımı evde bırakıp arabamla tesise doğru yol almaya başladım. Yollar boştu, arabamın buzlanmaya karşı hiçbir şansı yoktu ve o hızda yanlış bir hareketle ölebilirdim. Yine de, hiçbir sorun yaşamadan tesise varmış ve hemen WRAN kontrol paneline çıkmıştım. Oradaki herkes, gelen füzelere karşılık verebilecek şekilde elimizdeki tek WRAN ışın silahını yönlendirmeye çalışıyordu, zira istasyondaki diğer WRAN ışın silahlarının inşasını tamamlayamamıştık. Şu ana dek üzerimize gelen altı kısa mesafe nükleer füzeyi etkisiz hale getirmeyi başarmıştık, ancak diğer füzeleri hızla etkisiz hale getirmemiz mümkün değildi. WRAN ışın silahları, etkili bir şekilde kullanılabilmek için direkt olarak bir hedefe yoğunlaşması gereken ve bu yoğunlaşma süreci uzun süren aletlerdi. Şu anda bir WRAN ışın silahı ile gelen füzelerin tamamını etkisiz hale getirmemiz mümkün değildi ve bu yüzden gerçekleşecek olan nükleer felaket sonumuz olabilirdi.

O anda aklımıza gelen tek fikir, hali hazırda tamamlanmış, ancak bütün test aşamalarından geçmemiş WRAN ışınlardan birini kullanmaktı. Bunun için en iyi adayın iki numaralı WRAN olduğunu kararlaştırıp bunun için izin almaya, tesis yöneticisi olan generalin yanına gittik. General, bir numaralı WRAN ışın silahının kontrolündeki teknik ekiple konuşuyor, onlara direktifler veriyordu. Diğerleri bana işaret edince bana döndü ve beni dinlediğini söyledi.

“Efendim” dedim, “iki numaralı WRAN ışın silahının ana testlerini bitirmiştik, değil mi? Tahminen şu anda kullanıma uygun olmalı, eğer onu da harekete geçirebilirsek bu saldırıyı-” General sözümü kesti ve “Gidin.” dedi sert ve endişeli bir sesle, “Şu anda ihtiyatlı davranacak vaktimiz yok! Eğer çalışıyorsa kullanmalıyız.” Oradaki üç kişiyle beraber bir numaralı WRAN ışın silahı kontrol odasından çıkıp koşa koşa iki numaralı WRAN ışın silahı kontrol odasına girdik. Her ne kadar tamamlanmış olsa da, bir numaralı WRAN silahı kadar odaklayabileceğimiz hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu.

“Pekala” dedim ana bilgisayarı açarak, “Odağımız ne kadar etkili, bunu test edemedik. Bu yüzden gücü normalin 1,25 katı yüksek tutmayı deneyebiliriz.” Aramızdaki en kıdemli mühendis olan Leo, bana itiraz etti ve “Aslında odağımız yeterli durumda, bu yüzden normal güçle hareket etmek daha mantıklı olur.” dedi, “Yüksek güç testleri yapmadık, bu yüzden gücü arttırarak kullanmak sakıncalı olabilir. Bildiğimiz şekilde devam edelim.” İtiraz etmedim ve onun dediği şekilde hareket ettik.

Ne kadar süre geçti bilmiyorum, sadece bir ara pencereden baktığımda güneşin doğmaya başladığını görmüştüm. Üzerimize gelen saldırıyı kıl payıyla da olsa savuşturmayı başarmış ve şehri nükleer bir felaketten kurtarmıştık. Ancak savaş sadece bize yapılan saldırı ile sınırlı kalmayacaktı, kalmadı da. İlk saldırıyı biz savuşturmuştuk, ancak AB- Sovyetler Birliği Savaşı dört yıl süren uzun ve iğrenç bir mücadele oldu. Savaşın son günlerinde, bizim kazanabileceğimiz kesinleşmişken bu konudaki hiçbir düşüncem umut içermiyordu. Gerçekten yaşadığım bu ilk savaş, içimdeki umudu tamamen öldürmüş ve geleceğimiz hakkında gözlerimi açmıştı. Sovyetler Birliği dağılıp yerine AB’nin kurduğu Slav Federasyonu gelince bir süre de olsa barış içinde yaşayabileceğimizi düşünerek bana acı veren bu işten ayrıldım.

Savaşın bittiği 1978 yılının sonunda, ailemin bana bırakmış olduğu Berlin’deki evime döndüm. Ertesi sene, savaş sırasında verdiğim değerli hizmetlerden dolayı bir madalya ve aylık üç bin euro maaşla ödüllendirildim; evimde normal hayatıma devam etmeye ve bir daha asla böyle bir savaşın içerisinde yer almamaya yemin ettim. Bu inzivam birkaç sene devam etti, ancak Ernst ile tanıştığımda onunla aynı yolda yürüyebileceğimize karar verip kabuğumdan çıktım.

Onunla bir savaş karşıtı yürüyüşte tanışmıştım. Benim kim olduğumu bildiği halde beni yargılamadan dinlemişti. Ona her şeyimi anlatabiliyordum ve bu hoşuma gitmişti. Ernst sayesinde, diğer insanlar da beni dinlemeye ve anlamaya başlamışlardı. Bu sayede savaş karşıtı pek çok sivil toplum kuruluşunda defalarca konuşmalar yapıp kendi tecrübelerimi aktarabilmiştim. Ancak anlattıklarım yüzünden başım kesinlikle derde girdi. WRAN sistemi ile ilgili bilgi sızdırdığım için vatana ihanetle suçlandım ve yargılandım. Elimdeki her şey alındı ve ömrümün sonuna dek hapsedilmeme karar verildi. Son duruşmamda, beni dinleyeceğini düşündüğüm herkese ufak bir konuşma yapmıştım, zira buradan sonrasında geri dönüşüm olmayacaktı:

“Anlattığım her şeyi, bu ülkeyi sevdiğim için anlattım. Bu ülke insanının, onları neyin koruduğunu bilmelerine ihtiyaçları var. Ben bu ihtiyacı karşılamak ve insanların neyi neden yaptığımızı anlamaları için konuştum. Onları cahil bırakmadaki inadınız, bu ülkeye asıl ihanettir. Bunu anlayacak kadar kötü bir şeyin yaşanmaması için her gün dua edeceğim.”

Ernst ile tanışmadan tam üç yıl sonra, 1982 senesinin kışında, ülkenin Slav Federasyonu sınırındaki bir hapishaneye atıldım. Bu hapishane, neredeyse bütün insanlarla iletişimi kesmiş, ıssız ve soğuk bir yerdi. Oradaki herkes, benzer siyasi suçlardan yargılanıp cezalandırılmış kişilerdi ve her biri, bu cezaların altında ezilen güçlü akıllardı. İçeride gerçekten beyin gerektiren bir iş yapmamış hiç kimse yoktu; kriptograflar, bilgisayar bilimcileri, WRAN mühendisleri, akademisyenler, ne ararsanız vardı yani. Gardiyanlar bile bu kişilere belli bir oranda iyi davranıyordu. Hapishane binasından adımımı attığım gibi beni karşılayan bir gardiyan, bana bu iyiliğin sebebini “Her ne kadar öyle görünmesek de, biz de sizlerle beraber burada hapsolduk.” diye açıklamıştı, “Buradaki herkes, genel müdüründen suçlusuna dek herkes ömrünün sonuna dek burada kalmaya mahkumdur. Buraya tayin edilen her görevli, bunun sonsuz bir sürgün olduğunun farkındadır ve buna göre davranır. Burada birbirimizden başka kimsemiz yok.”

Sonraki günlerde, önce diğer görevliler, sonra da diğer mahkumlar benim hikayemi dinlemiş ve neden burada olduğumu öğrenmişlerdi. Ben de onların neden burada olduklarını öğrenmiştim elbette. Kaldığım süre içerisinde, hapishanedeki asıl cezanın burada görebileceğim muamele falan olmadığını tecrübe etmiştim, bu hapishaneye sonsuza dek kapatılmak ve bir daha dışarıda sevdiğim herhangi birine kavuşamamakmış asıl ceza. Arkadaşlarım, mücadeledeki yoldaşlarım, Ernst… Hepsi elimden sonsuza dek alınmıştı ve bir daha asla geri gelmeyeceklerdi. Bunu kabullenmeye çalışarak hayatıma devam etmeliydim.

Oradaki yaşlı mahkumlar, dış dünyanın ne kadar değiştiğini, yeni olan olayları benden haber alıyordu şimdi. Bazıları Avrupa Birliği’nin kuruluşuna karşı çıktıkları için buradaydı mesela, bazıları ise ondan da eski zamanlardaki diktatörlüklerin altında yaptıkları mecburi hizmetlerden dolayı. Bir tanesi, Nazi Almanyası’nda ailesine daha iyi bir hayat yaşatmak için orduya girmiş ve subay olmuştu. Bu kararından pişman bir şekilde yargılanmış ve buraya atılmıştı. Bana kim olduğunu söylediğinde, onun ailesinin de aynı kararla kurşuna dizildiğini söylemek zorunda kalmıştım. “Eğer emirleri uygularsam her şeyin iyileşeceğine inanmıştım, ne salakmışım!” demişti, “Senin bunu yapmadığını görmek beni umutlandırdı. Keşke Ernst gibi birisi olsaydı hayatımda.” O adamı ertesi gün ölü bulduklarını hatırlıyorum sadece. Ona üzülecek kadar sempatim yoktu, ancak yine de yaşamasını yeğlerdim.

O zamanlar tam olarak ölçemesem de, sonrasında öğrenebildiğim kadarıyla 1982 kışından 1989 baharına dek hapishanede kalmıştım. Kaldığım bu hapishaneden çıkabilmek ise tamamen şans eseri olmuştu; daha doğru bir şekilde söylemem gerekirse, ülke adına devasa bir şanssızlık olan bu olay, benim için şans olmuştu. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği’ne savaş açmıştı ve savaş için ellerindeki her insana ihtiyaçları vardı. Bu ihtiyaçları o kadar derinleşmişti ki, bizim gibi hapse tıktıklarını bile çıkarıp kullanmak zorunda kalmışlardı işte. Ben de bu kapsamda Berlin’deki WRAN tesisine gönderilmiş ve orada görevlendirilmiştim. Eğer bu görevi başarılı bir şekilde yerine getirirsem özgürlüğüme kavuşacağım söylendi. Başka çarem olmadığı için kabul ettim.

O sıralarda ilk yaptığım şey, Ernst’in nerede ve nasıl olduğunu araştırmak oldu. Kısa bir süre içerisinde hâlâ yaşadığını, evlenmediğini ve bana sürekli mektup göndermeye çalıştığını ama ulaştıramadığını öğrenmiştim. Onun yanıma getirilmesini rica ettim, ricamı yerine getirdiler. Ernst yanıma geldiğinde, yüzündeki ifade bunun doğru bir şey olmadığını gösteriyordu. Korkmuştu. Odamın kapısında duruyordu. Ayağa kalktım ve ona doğru yürüdüm. Ona sadece bir adım mesafe kaldığında durdum ve gözlerine baktım.

“Seni bu şekilde buraya getirdiğim için üzgünüm.” dedim ona, “Seni o kadar özledim ki…” Ernst’in gözleri sulanmaya başlamıştı. “Her şey dediğin gibi oldu.” dedi, “İstemesen de, her şey dediğin gibi oldu.” Bana sarıldı ve ağlamaya başladı. “En azından sen buradasın! Seni çok özledim Maria!” Ona daha da sıkı sarıldım ve “Seni çok seviyorum.” dedim. Ernst bana sarılmayı bıraktı, önce soluna, sonra da sağına baktı ve kulağıma eğilip bana şunları fısıldadıktan sonra bir söz söylememe fırsat vermeden gitti:

“Yarın ordu beni alacak ve Tanrı bilir nereye götürecek. Bu saatten sonra onlara karşı gelebilecek gücüm ve güvencem yok. Senden istediğim tek şey, fırsatın olduğu gibi buradan kaçman. Beni boşver ve kaç. Bu savaştan kaç git ve yaşa. Senin güvende olduğunu bilmek bu cehennemde kazandığım en büyük zafer olacak. Seni seviyorum.”

Ernst’in gitmesinden sadece bir hafta sonra Amerikan ordusu bütün Avrupa Birliği’ni ele geçirmişti. Ben ise, ordu içerisinde olduğum WRAN tesisine girmeden oradan kaçmayı başarmıştım. Slav Federasyonu sınırındaki bir köyün yakınında bulduğum bir mağaraya sığındım ve birkaç sene orada yaşadım. Yanımda tuttuğum radyonun sinyali kesilene dek dış dünyadaki bütün haberleri oradan aldım.

Meğerse AB Meclisindeki bazı kişiler, ABD desteği ile bir darbe gerçekleştirmiş ve bu sayede çıkan iç isyanlar yenilgiye sebep olmuştu. AB’nin düşüşü ile, dünyanın barışı için gereken kalkan da sonsuza dek kırılmıştı. ABD, bu darbecilerle yaptığı yeni anlaşma ile alacağı sömürgelerin hepsini almış, kalan toprakları da kurutmak için Atlantropa Barajı denen devasa bir projeyi de esir halkımıza yaptırmaya başlamıştı. Atlantropa ülkesinin ilanı ile bu kader hepimizin üstüne böylece çökmüş oldu.

Şimdi bu mağarada öleceğim. Ekmeğim, suyum ve yaşama isteğim kalmadı artık. Bu kağıtları bulduğunuzda, burada cesedimle her şeyi çürütmemek için kendimi dışarı atacağım ve beni arayan Atlantropa ordusuna teslim olacağım. Belki bunların hiçbiri senin için bir anlam ifade etmiyordur, ancak yine de bunları söylemem gerekiyordu.

Belki benden nefret ediyorsun, belki de bana hak veriyorsun, ancak şunu biliyorum ki beni anlıyorsun. Beni anladığını bilerek amacıma ulaşmanın rahatlığıyla öleceğim.

Hoşça kal, ben Ernst’e kavuşmaya gidiyorum.