En Çok Okunanlar

Benzer Başlıklar

Atlantropa Öyküleri I: Son Avrupalı

Ben Maria. Soyumun benimle biteceğini bildiğim için soyadımı bilmenize gerek olmadığını düşünüyorum. Bu yazıyı, benden sonra bu kıraç topraklarda dolaşacak, çöllerde yaşayacak kadar cesur ve deli insanlardan biri bulur ve belki ilgisini çeker diye yazıyorum. O insanın kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok, ancak ona sorabileceğim, asla anlayamayacağından cevaplayamayacağını bildiğim bir sorum var: Yemyeşil toprakların altından gittiğini ve yerini kurak bir çölün aldığını hissettiğinde tepkin ne olurdu?

Evet, bu kağıtları bulduğun kurak ve acımasız çöller, bir zamanlar verimli ve hayat dolu topraklardı. Belki de bütün dünya üzerinde eşine az rastlanan doğal ve insani çeşitlilik, bu toprakların üzerinde milyonlarca sene sürdü. Bazılarımız bunu yok ettik, bazılarımız bunun yok edilmesine destek verdik, bazılarımızın da elinden hiçbir şey gelmedi. Destek verenler ve onların çocukları şimdi bu topraklarda değiller, yüzyıllar önce kaçıp gittiler. Hoş, o korkakların hayatta kalmasına izin vermemiz bile büyük bir hataydı. Şimdi onların kurduğu bir kukla devletinde yaşıyorsunuz. Bazen bu duruma düşmemiz bizim suçumuz muydu diye düşünüyorum. Yine de, sana bu çölün nasıl oluştuğuna dair bir şeyler söyleyebilirim sanırım.

Üzerinde durduğun Atlantropa ülkesinden önce Avrupa denen bir kıta vardı. Bu kıtada birbirinden farklı ve binlerce senedir çeşitli sebeplerle düşman olan ülkeler vardı. Bu köklü tarihin bazı dönemlerinde, bazı liderler bu ülkeleri birleştirmeye ve kendi kontrolleri altına almaya çalıştılar, ancak bu kıtanın gerçek birleşmesi, iki dünya savaşı sonra oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bütün Avrupa ülkeleri, hem doğularından hem de batılarından gelen ve onları daha da düşmanlığa sürükleyebilecek büyük devletlerin boyunduruğundan çıkmanın yolunun birleşmek olduğunu anlamışlardı. Bu anlayışla birleşip, Avrupa Birliği’ni kurmuş ve dünyanın geri kalanına karşı bu şekilde duracaklarını ilan etmişlerdi.

Avrupa Birliği’nin kurulduğunu ilan ettikleri günü hayal meyal hatırlıyorum. Altı yaşında bir çocuktum. O zamanlar, memleketim olan İtalya’da memurluk yapan anneme neler olduğunu sormuştum. Annem ise, o zaman anlayamadığım bir gurur ve mutlulukla “Sonunda biriz Maria!” deyip beni havaya kaldırarak birkaç defa kendi etrafında döndürmüştü. O günün akşamında kutlamaya gidip danslar etmiştik. Tam olarak neyi kutladığımızı anlamamıştım o çocuk halimle, ancak ailemin mutlu olduğunu görünce bunun iyi bir şey olduğunu düşünüp ben de mutlu olmuştum. Şu andaki halimde olsam, oradaki herkesi uyarmaya çalışırdım herhalde.

Faydasız şeylerde uzman biriyim, bu yüzden bir çevre bilimci oldum. İlk işim, Avrupa Birliği içerisindeki nükleer atıkların bertarafını yürüten bir tesisteydi. Bu tesis, WRAN ismindeki bir teknolojinin geliştirilmesi sayesinde mümkün olan ve bana göre insanlığın yaptığı en kutsal şeydi. İnsanlık olarak, bir tarafta kendimizi yok edecek şeyi yaratmışken, diğer tarafta ise kendimizi devasa bir kıyametten kurtarabilecek bambaşka bir şeyi yaratmıştık. En güçlü kılıç ve en güçlü kalkan birbirine karşı duruyordu. Kalkan bizim elimizde olduğu sürece, elinde kılıç olandan korkmamıza gerek olmayacaktı, en azından o zamanlar düşündüğümüz buydu.

WRAN silahları bizi o kadar iyi korumuştu ki, yıllar içerisinde nükleer tehlikede olan başka devletler de Avrupa Birliği’ne bağlı özerk bir devlet olabilmek için anlaşmalar yapmaya başlamıştı. Yapılan anlaşmalardan bir sonuca bağlı olarak Türkiye’ye kurulacak yeni WRAN üslerinden birinde çalışmaya yolladılar beni. Aslında oralarda işim kolaydı, Erzurum isimli ufak bir şehirde inşa etmeye başlanan WRAN üssündeydik. Şehir soğuktu, ancak oradaki insanlar meraklı ve sıcaktı. En azından, orada daha önce yaşamış olan Türk tanıdıklarımın anlattıkları kadar kapalı bir çevre değildi. Elbette tamamen kabul edilmemiştim, ancak bu insanların beni tamamen kabul etmesinin bir önemi de yoktu zaten. Orada yaşayanların pek çoğuna mesleğimi anlatmıyordum zaten, anlatmam yasaktı. WRAN’ler her ne kadar iyiliğimiz adına olsalar da, yine de gizlice yürütülen bir proje olmalıydı. Zaten bu yüzden pek çok WRAN silahı gözlemevi şeklinde inşa edilmiş, o zamanlar yaşayan halka da “Her üniversitenin astronomide güçlü olması, devletimizin hali hazırda süren uzay yarışında öne geçmesini sağlamak için önemli bir adımdır.” diyerek WRAN projesinin üstü örtülmüştü. Pek çok Avrupalı, WRAN’lerin varlığını sonumuz gelene dek öğrenemeyecekti.

O günün tarihini çok net hatırlıyorum. 19 Ocak 1974, günlerden Cumartesi’ydi. O gün, bir senedir görmediğim arkadaşlarım beni ziyarete gelmiş ve beraber güzel bir akşam yemeği yiyip eskilerden konuşarak eğlenmiştik. Günün sonunda beraber evime geçmiştik ve bayağı geç saatlere dek içip eğlenmeye devam etmiştik. Tam uyumaya gidecektik ki, telefonum çaldı. Telefona baktım, sarhoş olsam da yeterince ayıktı kafam, telefonda bana söylenen şey de beni tamamen ayıltmaya yetmişti:

“Maria, hemen tesise gelmen gerekiyor! Sovyetler Birliği’nden nükleer füze saldırısı uyarısı geldi! Çabucak kendini toparla ve on dakikaya burada ol, burada bütün çalışanların olması gerekiyor, haydi!”

Telefonu kapattığım gibi ceketimi giydim, atkımı taktım, iş çantamı aldım ve arkadaşlarımı evde bırakıp arabamla tesise doğru yol almaya başladım. Yollar boştu, arabamın buzlanmaya karşı hiçbir şansı yoktu ve o hızda yanlış bir hareketle ölebilirdim. Yine de, hiçbir sorun yaşamadan tesise varmış ve hemen WRAN kontrol paneline çıkmıştım. Oradaki herkes, gelen füzelere karşılık verebilecek şekilde elimizdeki tek WRAN ışın silahını yönlendirmeye çalışıyordu, zira istasyondaki diğer WRAN ışın silahlarının inşasını tamamlayamamıştık. Şu ana dek üzerimize gelen altı kısa mesafe nükleer füzeyi etkisiz hale getirmeyi başarmıştık, ancak diğer füzeleri hızla etkisiz hale getirmemiz mümkün değildi. WRAN ışın silahları, etkili bir şekilde kullanılabilmek için direkt olarak bir hedefe yoğunlaşması gereken ve bu yoğunlaşma süreci uzun süren aletlerdi. Şu anda bir WRAN ışın silahı ile gelen füzelerin tamamını etkisiz hale getirmemiz mümkün değildi ve bu yüzden gerçekleşecek olan nükleer felaket sonumuz olabilirdi.

O anda aklımıza gelen tek fikir, hali hazırda tamamlanmış, ancak bütün test aşamalarından geçmemiş WRAN ışınlardan birini kullanmaktı. Bunun için en iyi adayın iki numaralı WRAN olduğunu kararlaştırıp bunun için izin almaya, tesis yöneticisi olan generalin yanına gittik. General, bir numaralı WRAN ışın silahının kontrolündeki teknik ekiple konuşuyor, onlara direktifler veriyordu. Diğerleri bana işaret edince bana döndü ve beni dinlediğini söyledi.

“Efendim” dedim, “iki numaralı WRAN ışın silahının ana testlerini bitirmiştik, değil mi? Tahminen şu anda kullanıma uygun olmalı, eğer onu da harekete geçirebilirsek bu saldırıyı-” General sözümü kesti ve “Gidin.” dedi sert ve endişeli bir sesle, “Şu anda ihtiyatlı davranacak vaktimiz yok! Eğer çalışıyorsa kullanmalıyız.” Oradaki üç kişiyle beraber bir numaralı WRAN ışın silahı kontrol odasından çıkıp koşa koşa iki numaralı WRAN ışın silahı kontrol odasına girdik. Her ne kadar tamamlanmış olsa da, bir numaralı WRAN silahı kadar odaklayabileceğimiz hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu.

“Pekala” dedim ana bilgisayarı açarak, “Odağımız ne kadar etkili, bunu test edemedik. Bu yüzden gücü normalin 1,25 katı yüksek tutmayı deneyebiliriz.” Aramızdaki en kıdemli mühendis olan Leo, bana itiraz etti ve “Aslında odağımız yeterli durumda, bu yüzden normal güçle hareket etmek daha mantıklı olur.” dedi, “Yüksek güç testleri yapmadık, bu yüzden gücü arttırarak kullanmak sakıncalı olabilir. Bildiğimiz şekilde devam edelim.” İtiraz etmedim ve onun dediği şekilde hareket ettik.

Ne kadar süre geçti bilmiyorum, sadece bir ara pencereden baktığımda güneşin doğmaya başladığını görmüştüm. Üzerimize gelen saldırıyı kıl payıyla da olsa savuşturmayı başarmış ve şehri nükleer bir felaketten kurtarmıştık. Ancak savaş sadece bize yapılan saldırı ile sınırlı kalmayacaktı, kalmadı da. İlk saldırıyı biz savuşturmuştuk, ancak AB- Sovyetler Birliği Savaşı dört yıl süren uzun ve iğrenç bir mücadele oldu. Savaşın son günlerinde, bizim kazanabileceğimiz kesinleşmişken bu konudaki hiçbir düşüncem umut içermiyordu. Gerçekten yaşadığım bu ilk savaş, içimdeki umudu tamamen öldürmüş ve geleceğimiz hakkında gözlerimi açmıştı. Sovyetler Birliği dağılıp yerine AB’nin kurduğu Slav Federasyonu gelince bir süre de olsa barış içinde yaşayabileceğimizi düşünerek bana acı veren bu işten ayrıldım.

Savaşın bittiği 1978 yılının sonunda, ailemin bana bırakmış olduğu Berlin’deki evime döndüm. Ertesi sene, savaş sırasında verdiğim değerli hizmetlerden dolayı bir madalya ve aylık üç bin euro maaşla ödüllendirildim; evimde normal hayatıma devam etmeye ve bir daha asla böyle bir savaşın içerisinde yer almamaya yemin ettim. Bu inzivam birkaç sene devam etti, ancak Ernst ile tanıştığımda onunla aynı yolda yürüyebileceğimize karar verip kabuğumdan çıktım.

Onunla bir savaş karşıtı yürüyüşte tanışmıştım. Benim kim olduğumu bildiği halde beni yargılamadan dinlemişti. Ona her şeyimi anlatabiliyordum ve bu hoşuma gitmişti. Ernst sayesinde, diğer insanlar da beni dinlemeye ve anlamaya başlamışlardı. Bu sayede savaş karşıtı pek çok sivil toplum kuruluşunda defalarca konuşmalar yapıp kendi tecrübelerimi aktarabilmiştim. Ancak anlattıklarım yüzünden başım kesinlikle derde girdi. WRAN sistemi ile ilgili bilgi sızdırdığım için vatana ihanetle suçlandım ve yargılandım. Elimdeki her şey alındı ve ömrümün sonuna dek hapsedilmeme karar verildi. Son duruşmamda, beni dinleyeceğini düşündüğüm herkese ufak bir konuşma yapmıştım, zira buradan sonrasında geri dönüşüm olmayacaktı:

“Anlattığım her şeyi, bu ülkeyi sevdiğim için anlattım. Bu ülke insanının, onları neyin koruduğunu bilmelerine ihtiyaçları var. Ben bu ihtiyacı karşılamak ve insanların neyi neden yaptığımızı anlamaları için konuştum. Onları cahil bırakmadaki inadınız, bu ülkeye asıl ihanettir. Bunu anlayacak kadar kötü bir şeyin yaşanmaması için her gün dua edeceğim.”

Ernst ile tanışmadan tam üç yıl sonra, 1982 senesinin kışında, ülkenin Slav Federasyonu sınırındaki bir hapishaneye atıldım. Bu hapishane, neredeyse bütün insanlarla iletişimi kesmiş, ıssız ve soğuk bir yerdi. Oradaki herkes, benzer siyasi suçlardan yargılanıp cezalandırılmış kişilerdi ve her biri, bu cezaların altında ezilen güçlü akıllardı. İçeride gerçekten beyin gerektiren bir iş yapmamış hiç kimse yoktu; kriptograflar, bilgisayar bilimcileri, WRAN mühendisleri, akademisyenler, ne ararsanız vardı yani. Gardiyanlar bile bu kişilere belli bir oranda iyi davranıyordu. Hapishane binasından adımımı attığım gibi beni karşılayan bir gardiyan, bana bu iyiliğin sebebini “Her ne kadar öyle görünmesek de, biz de sizlerle beraber burada hapsolduk.” diye açıklamıştı, “Buradaki herkes, genel müdüründen suçlusuna dek herkes ömrünün sonuna dek burada kalmaya mahkumdur. Buraya tayin edilen her görevli, bunun sonsuz bir sürgün olduğunun farkındadır ve buna göre davranır. Burada birbirimizden başka kimsemiz yok.”

Sonraki günlerde, önce diğer görevliler, sonra da diğer mahkumlar benim hikayemi dinlemiş ve neden burada olduğumu öğrenmişlerdi. Ben de onların neden burada olduklarını öğrenmiştim elbette. Kaldığım süre içerisinde, hapishanedeki asıl cezanın burada görebileceğim muamele falan olmadığını tecrübe etmiştim, bu hapishaneye sonsuza dek kapatılmak ve bir daha dışarıda sevdiğim herhangi birine kavuşamamakmış asıl ceza. Arkadaşlarım, mücadeledeki yoldaşlarım, Ernst… Hepsi elimden sonsuza dek alınmıştı ve bir daha asla geri gelmeyeceklerdi. Bunu kabullenmeye çalışarak hayatıma devam etmeliydim.

Oradaki yaşlı mahkumlar, dış dünyanın ne kadar değiştiğini, yeni olan olayları benden haber alıyordu şimdi. Bazıları Avrupa Birliği’nin kuruluşuna karşı çıktıkları için buradaydı mesela, bazıları ise ondan da eski zamanlardaki diktatörlüklerin altında yaptıkları mecburi hizmetlerden dolayı. Bir tanesi, Nazi Almanyası’nda ailesine daha iyi bir hayat yaşatmak için orduya girmiş ve subay olmuştu. Bu kararından pişman bir şekilde yargılanmış ve buraya atılmıştı. Bana kim olduğunu söylediğinde, onun ailesinin de aynı kararla kurşuna dizildiğini söylemek zorunda kalmıştım. “Eğer emirleri uygularsam her şeyin iyileşeceğine inanmıştım, ne salakmışım!” demişti, “Senin bunu yapmadığını görmek beni umutlandırdı. Keşke Ernst gibi birisi olsaydı hayatımda.” O adamı ertesi gün ölü bulduklarını hatırlıyorum sadece. Ona üzülecek kadar sempatim yoktu, ancak yine de yaşamasını yeğlerdim.

O zamanlar tam olarak ölçemesem de, sonrasında öğrenebildiğim kadarıyla 1982 kışından 1989 baharına dek hapishanede kalmıştım. Kaldığım bu hapishaneden çıkabilmek ise tamamen şans eseri olmuştu; daha doğru bir şekilde söylemem gerekirse, ülke adına devasa bir şanssızlık olan bu olay, benim için şans olmuştu. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği’ne savaş açmıştı ve savaş için ellerindeki her insana ihtiyaçları vardı. Bu ihtiyaçları o kadar derinleşmişti ki, bizim gibi hapse tıktıklarını bile çıkarıp kullanmak zorunda kalmışlardı işte. Ben de bu kapsamda Berlin’deki WRAN tesisine gönderilmiş ve orada görevlendirilmiştim. Eğer bu görevi başarılı bir şekilde yerine getirirsem özgürlüğüme kavuşacağım söylendi. Başka çarem olmadığı için kabul ettim.

O sıralarda ilk yaptığım şey, Ernst’in nerede ve nasıl olduğunu araştırmak oldu. Kısa bir süre içerisinde hâlâ yaşadığını, evlenmediğini ve bana sürekli mektup göndermeye çalıştığını ama ulaştıramadığını öğrenmiştim. Onun yanıma getirilmesini rica ettim, ricamı yerine getirdiler. Ernst yanıma geldiğinde, yüzündeki ifade bunun doğru bir şey olmadığını gösteriyordu. Korkmuştu. Odamın kapısında duruyordu. Ayağa kalktım ve ona doğru yürüdüm. Ona sadece bir adım mesafe kaldığında durdum ve gözlerine baktım.

“Seni bu şekilde buraya getirdiğim için üzgünüm.” dedim ona, “Seni o kadar özledim ki…” Ernst’in gözleri sulanmaya başlamıştı. “Her şey dediğin gibi oldu.” dedi, “İstemesen de, her şey dediğin gibi oldu.” Bana sarıldı ve ağlamaya başladı. “En azından sen buradasın! Seni çok özledim Maria!” Ona daha da sıkı sarıldım ve “Seni çok seviyorum.” dedim. Ernst bana sarılmayı bıraktı, önce soluna, sonra da sağına baktı ve kulağıma eğilip bana şunları fısıldadıktan sonra bir söz söylememe fırsat vermeden gitti:

“Yarın ordu beni alacak ve Tanrı bilir nereye götürecek. Bu saatten sonra onlara karşı gelebilecek gücüm ve güvencem yok. Senden istediğim tek şey, fırsatın olduğu gibi buradan kaçman. Beni boşver ve kaç. Bu savaştan kaç git ve yaşa. Senin güvende olduğunu bilmek bu cehennemde kazandığım en büyük zafer olacak. Seni seviyorum.”

Ernst’in gitmesinden sadece bir hafta sonra Amerikan ordusu bütün Avrupa Birliği’ni ele geçirmişti. Ben ise, ordu içerisinde olduğum WRAN tesisine girmeden oradan kaçmayı başarmıştım. Slav Federasyonu sınırındaki bir köyün yakınında bulduğum bir mağaraya sığındım ve birkaç sene orada yaşadım. Yanımda tuttuğum radyonun sinyali kesilene dek dış dünyadaki bütün haberleri oradan aldım.

Meğerse AB Meclisindeki bazı kişiler, ABD desteği ile bir darbe gerçekleştirmiş ve bu sayede çıkan iç isyanlar yenilgiye sebep olmuştu. AB’nin düşüşü ile, dünyanın barışı için gereken kalkan da sonsuza dek kırılmıştı. ABD, bu darbecilerle yaptığı yeni anlaşma ile alacağı sömürgelerin hepsini almış, kalan toprakları da kurutmak için Atlantropa Barajı denen devasa bir projeyi de esir halkımıza yaptırmaya başlamıştı. Atlantropa ülkesinin ilanı ile bu kader hepimizin üstüne böylece çökmüş oldu.

Şimdi bu mağarada öleceğim. Ekmeğim, suyum ve yaşama isteğim kalmadı artık. Bu kağıtları bulduğunuzda, burada cesedimle her şeyi çürütmemek için kendimi dışarı atacağım ve beni arayan Atlantropa ordusuna teslim olacağım. Belki bunların hiçbiri senin için bir anlam ifade etmiyordur, ancak yine de bunları söylemem gerekiyordu.

Belki benden nefret ediyorsun, belki de bana hak veriyorsun, ancak şunu biliyorum ki beni anlıyorsun. Beni anladığını bilerek amacıma ulaşmanın rahatlığıyla öleceğim.

Hoşça kal, ben Ernst’e kavuşmaya gidiyorum.

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz