Bütün gece sarhoş bir halde oradan oraya dolaşırken çıkmaz sokağın birinde yerde bir cesetle karşılaşınca sarhoşluğunu unutup cesedi incelemeye başladı. Yerdeki adam kırklı yaşlarında, kır saçlı, gür bıyıklı, iyi giyimli bir beyefendiydi. Çevresinde rastlayamayacağı türden bir şahıstı. “Kesin üst şehirdendir.” diye düşündü. Cesedi aramaya başladı. “İlla bir parası ya da saati vardır, yarının yemek parası çıktı desene.” Çok geçmeden bu düşüncesi yerini buruk bir sevince bıraktı. Adamın üzerinden yalnızca bir dolma kalem ve parçalanmış bir köstekli saat çıktı. Saat sağlam olsaydı belki iyi para ederdi fakat iyice kırılmıştı. “Hurdacı illaki bir iki kuruş bir şeyler atıverir.” Fakat dolma kalem için aynı şeyi söyleyemezdi. İnce bir işçilikle tasarlanmış bordo renkli, bir tarafında güneş diğer tarafında ay işlemesi olan bir kalemdi. Kalemin güzelliğine dalıp gitmişken uzaklardan gelen bir takırtı ve ardından gelen bir köpek havlamasıyla irkilip vakit kaybetmeden oradan uzaklaştı.
Doğruca birkaç plakadan inşa ettiği barınağının bulunduğu yıkık binaya gitti. Çaldıklarını bir tuğlayla kapattığı gizli bir bölmeye koyacaktı. Saati oraya koyduktan sonra elinde tuttuğu kaleme baktı. Az biraz üzerine düşen ay ışığı kalemin güzelliğini daha iyi ortaya çıkarmıştı. “Onu yanımda tutsam daha iyi.” diye düşündükten sonra bölmeyi tuğlayla kapatıp elinde kalemle yatmaya gitti.
Rüyasında seçkin bir davette yanında güzel bir kadınla birlikte semayı izliyordu. Kadının kısa, koyu kahverengi saçları, ceylan gibi gözleri ve yanağında bir beni vardı. Hayatında gördüğü en güzel kadın olabilirdi. Adam beyaz bir takım elbise giyinmişti. Hayatında bu kadar güzel bir elbise giydiğini hatırlamıyordu. Ellerinde tuttukları içi şarap kadehlerini tokuşturdular. Sonra şaraptan bir yudum aldı. Daha önce bu kadar güzel bir şarap tatmamıştı. Kadehlerinden bir yudum aldıktan sonra kazara kadehteki şarap üzerine sıçradı. Adam üzerini mendille temizlemeye kalkarken şarabın olduğu yerde kan gördü. Dehşetle kafasını kaldırdı. Karşısındaki kadının ağzından kan gelmeye başladı. “Kaç!” diye bağırdı kadın. Adam arkasını döndüğünde karanlık bir sokakta dehşet içinde koşuyordu. Peşinde birilerinin olduğunu hissediyordu ama onların kim olduğunu bilmiyordu. Tek düşünebildiği şey kaçmaktı. Bir süre sonra önünde bir duvar belirdi. Adam duvara çarpıp yere yığıldı. Müthiş bir acıyla karnında tuttuğu eline baktığında elinin üzerinde kan gördü.
Serseri dehşetle uyandı ve elindeki kalemi uzağa attı. “Bu ne biçim bir kabustu.” diye düşündü. Alelacele bedenini kontrol ettiğinde herhangi bir yerine bir şey saplanmadığını anladığında derin bir oh çekti. O kadın, o şarap, o kan, o acı… Hiçbir rüyası böylesine gerçekmiş gibi hissettirmemişti. Kafasını toparlayıp kendine geldiğinde attığı kalemi geri aldı ve gizli bölmesindeki kırık saati çıkarıp doğruca hurdacının yanına gitti.
Hurdacıya vardığında adama “Selam birader, senin için bir şeyim var.” dedi. Hurdacı dönüp ona korkuyla baktı. Serseri şaşırarak “Ne oldu lan? Hayalet mi gördün?” diye sordu. Hurdacı “Sen yaşıyor muydun yahu?” şeklinde yanıt verdi. Bunun üzerine “Hadi be sen de! Birkaç gün ortada yoktum alt tarafı. Ama elim boş gelmedim.” dedi. Ona kırık saati gösterdi. Hurdacı önüne düşen ganimeti görünce bakışlarını yumuşattı. Derin bir nefes alıp “Nereden buldun bunu len?” diye sordu. Serseri “Elinin köründen…” diyerek tersledi. “Geçti işte bir yerden sorma. Ne verirsin buna onu de hele.” Hurdacı saate şöyle bir baktıktan sonra ağzını büzerek “Kırık olmasa daha fazlasını verirdim de…” dedi ve durup serseriyi süzdü. “Sana on beş bakır veririm” dedi. Serseri bunu duyunca “Yirmi beş.” dedi. Hurdacı “Yirmiden yukarı çıkmam.” dese de serseri “O zaman ben de başkasına veririm.” diyerek rest çekti.
Bu sözleri duyunca hurdacının gözleri fal taşı gibi açıldı. “Tamam tamam, dediğin gibi olsun. Yirmi beş bakır.” dedi ve arkaya para almaya gitti. Serseri zaferinin tadını çıkarırken hurdacı “Salak herif! Bu saat kırık haliyle bile elli gümüşten aşağı etmez.” diye düşünüp güldü. Bir süre sonra elinde bir kese parayla döndü. “Söz verdiğim gibi yirmi beş bakır.” Serseri keseyi alıp dükkândan ayrıldı. Sonrasında hurdacı “Adam uyanmadan ben bunu bir cadıya efsunlatayım.” dedi ve saati de alıp dükkânın arkasına geçti.
Serseri parayı aldıktan sonra doğruca içkicinin yanına gitti. “Bana yirmi bakırlık şarap ver.” dedi. İçkici buna şaşırarak “Ne oldu bonkörlüğün mü tuttu? Hep beşlik içerdin.” diyerek yanıtladı. Bunun üzerine Serseri “Bugün başka. Bugün yirmilik.” sözleriyle kendince cakasını sattı. İçkici gülerek yirmi bakırlık şişeyi ona uzattı. Serseri şişeyi alıp yirmi bakırı verdikten sonra oradan ayrıldı.
Nadiren yirmilik şarap alırdı. Eline bir şekilde para geçtiğinde sık sık beşlik şarap alır onu içerdi. Doğru düzgün ayık olduğu bir günü hatırlamıyordu. Zaten onun hayatı ayık kafayla çekilemezdi. Diğerleri doğru düzgün bir evde otururken o barakada yaşardı. Diğerleri kuş tüyü yastıklara başlarını koyup iyi yataklarda yatarken o taş üstünde yamalı döşekte yatardı. Diğerleri her akşam sofralarını dana, koyun ve keçi eti; tavuk, pilav, salata, fasulye ile donatırken o çöpte ne bulursa ya da eline ne kadar para geçmişse o kadar yemek zorundaydı. Bir keresinde yemekten zehirlenmişti. O gün ne kadar sövmüştü talihine. Ama bünyesi buna alışıktı, çabuk atlatmıştı. Atlattığı gibi paraya kıyıp yirmi bakırlık bir şarap almıştı. O gün şarap ona çok lezzetli gelmişti. Şimdi de aynı lezzeti tatmak istiyordu. Şarabın tıpasını açıp şişeyi kafaya dikti. Şarabı tattığı gibi suratı ekşidi. Şarapçı ona yanlış bir şarap mı vermişti. Şişeyi kontrol etti. Hayır, bu şarap yirmi bakırlıktı. Peki niye ona lezzetli gelmiyordu? Tekrar şaraptan bir yudum aldı. Zar zor boğazından geçirdi. Yok, bu şarap içilmezdi. Lezzeti yoktu. Hiçbir şarabın lezzeti yoktu. Kabusunda içtiği şarabın lezzeti hiçbirinde yoktu. Böyle düşününce durdu. “Ne oluyor bana?” diye düşündü. Bir süre sonra bayıldı.
Karanlıkta sokakta yürüyordu. Yolun onu nereye çıkartacağını bilmeden ilerliyordu. Bir süre sonra yerde yatan birini gördü. Ona iyice yaklaştığında bunun kır saçlı, beyaz bir takım elbise giyinmiş bir adam olduğunu gördü. Adamın omzuna elini atıp onu yüz üstü çevirdiğinde dehşete kapıldı. Adamın suratı kendi suratıyla aynıydı. Adamın karnında büyük bir yara vardı. Adam birden gözlerini açıp serserinin gözlerine bakarak “Lütfen.” dedi.
Serseri nefes nefese kalıp uyandığında çoktan akşam olmuştu. Alnından soğuk ter akıyordu. Elinde tuttuğu şarap şişesinin yarısı boştu. Şişeyi fark edince onu elinden fırlatıp attı. “Bu meret de bir halta yaramadı. Bozuk mudur nedir?” dedi kendi kendine. Bir süre sakinleştikten sonra cebinden kalemi çıkardı. Kalemin bordo renkli olduğunu daha önce fark etmemişti. “Kalem güzel de nasıl yazıyor bakalım.” diye düşündü ve evinden dışarı çıktı. Çöplerde yeterince iyi durumda olan birkaç tane kâğıt bulduğunda evine dönüp kalemi eline alıp yazmaya başladı. Daha önce hiç dolma kalemle yazmamıştı o yüzden ilk başta mürekkebi kâğıda geçirmekte zorlandı. Bir süre sonra kalemden mürekkep gelince sevindi. “Benim…adım…Valkivsre.” diye karaladı yavaşça. Kalem güzel yazıyordu ama bir tuhaflık vardı. Adı Valkivsre değildi. Adını unutmuş olamazdı. Tekrar yamaya koyuldu: “Benim adım Valkivsre.” Yine aynı cümleyi yazdığını görünce sinirleri bozuldu. “Kendi adını hatırlamıyor musun, be adam?” dedi kendine. Başka bir cümle yazmak için kalemi eline aldı: “Verdiğim sözü tutamadım.”
Bu nereden çıkmıştı. Aklından çok başka cümleler geçmesine rağmen niye bu cümleyi yazmıştı. “Seninle o gece ay tutulmasını izleyeceğime dair sana söz vermiştim. Ama bunu yapamayacağım sevgili Elisfer. Beni lütfen affet.” Midesi bulanmaya başladı. Aklındaki cümleler bu değildi ama yine de bunları yazıyordu. Başı ağrıyordu. “Sen bu mektubu okuduğunda benim cesedimi çıkmaz sokağın birinde bulacaklar. Sana daha fazlasını vermek isterdim ama elimde bu mektup ve kalem dışında bir şeyim yok. Sana gönderdiğim hikayeleri ve notları biliyorsun. Senden rica etsem aralarındaki yarım kalanları kendin tamamlar mısın? İstediğini yazabilirsin ‘Valkivsre bunu nasıl yazardı?’ diye düşünme onlar artık senin bu kalemle birlikte.”
Bu cümleleri yazarken karnına sancı girdi. Acı o kadar dayanılmazdı ki kalemi tuttuğu eli yumruk yapıp karnına vurdu. Kazara kalemi karnına batırdığında şaşırarak kalemi geri çekti. Gördüğü manzara karşısında şaşırdı. Kalemin üzerinde kan yoktu. Diğer elini kalemi batırdığı yere götürdüğünde orada bir yara yoktu. Elini karnında dolaştırırken diğer tarafta bir bıçak yarası olduğunu fark etti. “Şimdi anladım.” dedi ve derin bir nefes aldı. Başını gökyüzüne çevirdi. “Birazdan başlar. Acele etsem iyi olur.”
Kadın bütün günün yorgunluğunun ardından hiç düşünmeden kendini yatağa atıp uyumuştu. Sabah açtığı penceresi hâlâ aralıktı. İçeriye esen meltem eşliğinde uyurken bir tıkırtı duyunca uyandı. Yanı başında bir kâğıt parçası ile bir dolma kalem gördü. Kalem onun yakın bir arkadaşına aitti. Kâğıt parçasını eline alıp okumaya başladı:
Sevgili Elisfer,
Sen bu satırları okurken ben çoktan bu dünyadan ayrılmış olacağım. Belki de bu mektup ve kalem sana ulaştığında çoktan ölüm haberimi almışsındır. Şu fani ömrümde en mutlu olduğum anlar seninle birlikte geçirdiğimiz anlardı. Her ne kadar bu anlar için sana teşekkür etsem de sana olan minnettarlığımı anlatamam. Birlikte güldük birlikte ağladık. Ben senin şarkılarını dinledim sen de benim hikâyelerimi… Ben o şarkıları bir daha duyamayacağım ama sen benim hikâyelerimi okumaya devam edebilirsin. Yarım kalmış hikâyelerimi de sana göndermiştim. Senden ricam, onları tamamlayabilir misin? İstediğini yazabilirsin onlar artık senin de hikâyelerin, ‘Valkivsre bunu nasıl yazardı?’ diye düşünme. Seni tanıdığıma gerçekten memnun oldum. Ömrünün geri kalanını umarım mutlu geçirirsin.
Sevgilerimle,
Valkivsre
Elisfer mektubu okuduğunda gözyaşlarına hâkim olamadı. Bir süre sonra sakinleşmek için gökyüzüne baktı. O gece çok güzel bir ay tutulması vardı.