Bu metin, Vaskalerya topraklarının büyük kısmını kaplayan Kumullar adlı çölden çıkarılan, aynı adlı bir üçlemeye konu olmuş Güneş Tohumu’nun kısa geçmişini anlatmaktadır.
Kimi şeyler zamanla unutulur, anımsanmaya değer olsa bile. Kimisi ise belleklerde derin bir yer edinir, üzerinden bin yıl geçse de unutulmaz. Hatıralardaki canlılığını muhafaza ederken dilden dile nakledilerek değişime uğrayan vakalar ise zamanla birer söylence olmaktan fazlasına dönüşemez, bunlardan biri de Güneş Tohumu idi.
Bilinen tarihin en uzun dönemi sonlanıp yeni bir çağa girildiğinde, tüm dünyada yalnızca kırk sekiz karatlık Güneş Tohumu bulunmaktaydı. On üç bin yıllık çağın hangi evresinde o ilk karat tohumun kazıldığı meçhul, belki çok daha önce bulunmuştur, bilinmez. Madenin yaşlandıkça daha da parladığı ise kanıtlanmış bir gerçek.
Kimi ozanların sazından akıp giden nağmeler cevherin hikayesini, güneşten küçücük bir parçanın dünyaya damlamasıyla başlatır. Notaların arasında gizlenen bu söylence, Kumullar’ın bir zamanlar engince deniz olduğundan dem vurur.
Güneşten yalnızca bir damlanın düşmesi tüm o bucaksız deryayı buhar etmeye yetmiş. İkinci damla ise deniz tabanında kalan azıcık nemi ve ölmemek için debelenen hayatı pençeleri arasına alırken üçüncü damlanın sonunda bölge şimdiki haline gelmiş. Kum…
İşte kum deryasının altında yatan bu cevher böylece var olmuş. Elbette kati gerçek üçtelli bir saz eşliğinde söylenenlerden daha farklıydı ancak yine de melodiler arasında bir iki damla hakikat kırıntısı barındırmıyor değildi. Zira malum madenin menşei sahiden de güneşin bizatihi kendisiydi.
Kelimelerle anlatılması neredeyse mümkün olmayan bu parıltılı mücevheri aracısız görmek pek az insana, sahip olmaksa çok daha azına nasip olmuştur. Rengi elbette güneşin kendisi gibidir. Bünyesinde kızıl, sarı ve mavinin her tonunu ayrı ayrı ve birlikte barındırır. Ancak insan gözü renklerinden ziyade, mücevherin ancak parıltısını sezebilir. Zira ona dikkatle bakmak fecaatle sonuçlanabilir.
Güneş Tohumu’nun eşsiz parlaklığı, her bakanı mest eder. Bu hep böyledir. Hatta kiminin büyülenmesine bile yol açar, bazı zavallıları çıldırtır. Ona bakıp kör olan, konuşma yetisini yitiren, kalp çarpıntısına tutulan ve dahi cenneti gördüğünü iddia edip kendini en yakın yerden aşağı bırakan pek çok Güneş Muhafızı olmuştur. Yazık onlara ama birkaç acemi manzume dışında hatırlanmayacaklar.
Elbette yalnızca hülyalı izlencelere meze olan bir cevher değildi Güneş Tohumu. Onun sırlarına vakıf olmak isteyen nice büyücü, nice büyü kullanıcısı yalnızca birkaç haşhaş tanesi büyüklüğünde cevhere sahip olabilmek için geri kalan ömrünün büyük kısmını feda edebilirdi. Edenler oldu da.
Büyü ehli kimseler, ona sahip olabilmek ıçın cevher avı denilen avantürlere atılır yahut paralı maceraperestleri bunun peşine yollardılar. Elbette kiralanan kişinin ruhuna ufak tefek büyüler zerk eder ki cevheri elde edince ihanet pençesine düşüp hazineyi kendisine saklamasın.
En büyük cevher avı, sonradan En Uzun Çağ1olarak anılacak on üç bin senelik çağın son bin yılları içinde belirsiz bir dönemde yaşanmıştı. Başarıya ulaşan bu tek teşebbüsün sergüzeşt tayfasındaysa itaatkar birkaç köylü, ülkeler ve devletler gezerek krallar ve tiranlar öldüren bir devrimci ve yeni yetme bir büyü kullanıcısı vardı.
Neticesinde büyücünün, cevheri ne amaçlarla kullandığı bilinmez. Lakin bazı antik şairler, dörtlüklerinde büyücünün tohum sayesinde yarattığı büyüyü kendisinin bile idare edemediği dillendirilir. Zira öyle bir enerjiyle baş etmek, nakledilen tasvirler doğruysa eğer, imkansıza yakınmış. Abartı mıdır yalandan mı ibarettir meçhul. Yine benzer edebi eserler, yaratılan bu büyünün kati olduğunu ve istenen her türlü amaç için kullanılabileceğini söyler. Ne büyükgüç!
İşte Güneş Tohumu böyle bir maden olarak dünyadaki varlığını göstermeye başlamıştı. Zaman geçti, kıymeti bilindi, zaten gözden kaçamazdı. Ne yazıktır ki koca dünyadaki tek kaynak alanı çöldü ve çölün alakozunun2 insafsız ellerinde salt bir zenginlik ve gösteriş aracı olmaktan ilerisine yalnızca birkaç adım gidebilmişti. Belki böylesi daha iyiydi, kim bilir?
Altı Kumullar sülalesinin en güçlüsü, dünyanın her yanında yerleşik saray ve konakları bulunan zenginler zengini, bhober çiçeği mayasının taciri, Güneş Tohumu’nun biricik sahibi ve koruyucusu, kum yığınlarının söz sahibi… Kendisini bunlar ve daha cafcaflılarıyla vasıflandıran alakoz, sahiden bir nümayiş ve melanet abidesiydi.
Lakin diğer sülaleler, çölde çadırla konup göçer olsa da alakozdan korkmak şöyle dursun, sürekli onunla savaş halindedirler. Zira her sülalenin reisi, ağası, beyi artık kendisine ne dedirtiyorsa, alakoz olmak için yaşamaktadır. Anlatmaya ne hacet, dünyadaki yüzlerce güçlü sıfattan biri de alakozluk idi işte. Mühim olanı nakletmek gerek. En çok Güneş Tohumu cevheri adıyla anılsa da bu madene addedilen yüzlerce isim de vardı elbette. Çoğu onun gösterişinden isim bulurdu. Parıltısıyla, değeriyle, gucu ve hikayesiyle. Işık Güdeni, Her Şeyin Sihri, Gündamlası, Balkır.
Hakikat tuhaf gelse de gramajı pek sınırlı olan bu cevherin danesi de o denli fazlaydı. Zira hem Güneş Tohumu’nu külçeler halinde çıkartmak mümkün değildi hem de ağırlığına göre hacmi daha fazlaydı. Kırk sekiz karatlık rezervin en büyük parçası ise alakozun bizzat yanında taşıdığı Fetih Ekimi adındaki külçeydi.
Yirmi karatlık bu külçenin parıltısı bir yerde görülüyorsa orada büyük bir katliam gerçekleşmek üzere olduğu anlaşılabilirdi. Zira güneş tohumunun biricik sahibi ve koruyucusunun, fetihlerinden sonra asker kıyımı yapma geleneğini sürdürmesi beklenirdi. Kum, düşman kanıyla sulanırsa bereketlenirdi. Tarihin tam tersini göstermiş olması mühim değil.
Alakozluk makamı öyle bir mevkiiydi ki onu elinde bir ömür boyu tutabilen kişi sayısı bir elin parmakları kadardı ancak. Zira makam, makamı işgal eden kişiden daha güçlüydü, daha iştah kabartıcıydı. En küçük Kumullar köyünün, Sarı Çadır’ın ağası bile o makamı ele geçirmek için yanıp tutuşurdu. Tarihin kısacık bir döneminde, birkaç günlüğüne başarmıştı da. Kargaşa sağ olsun.
Çölde ve çölün dışında savaşlar tüm hızıyla devam ederken simyadan büyüye, felsefeden matematiğe, okumuş insan faaliyetleri de tüm hızıyla devam ediyordu. Askerler ne kadar çok kan dökerse düşünürler de o denli mürekkep akıtırdı sayfalara. Yüz asırdan uzun süren En Uzun Çağ’ın kapanmasında fatihlerden çok felsefecilerin katkısı vardır. Ders olsun insanlığa.
Sıfırlanan tarihle birlikte patlama gösteren âlim nüfusu, Güneş Tohumu’nu da çalışma alanı olarak seçmişti elbette. Her Şeyin Sihri’ne en çok büyücüler ve büyüyü kullanabilenler tarifsiz bir arzu beslemekteyken bu madene en az onlar kadar meraklı bir lonca daha vardı. Simyacılar.
Bu üç grubun dışında felsefeciler, fizik ve matematikle uğraşan âlimler ve tek işi dünya üzerinde olan biteni kaydedip gelecek nesillere not bırakmak olan katipler bile cevher hakkında olabildiğince çok şey bilmek istiyordu. Eh, arzu ettikleri kadar olmasa da birçok şey öğrenmişlerdi doğrusu.
Sıfırlanan tarihin yedi yüz ellili yıllarında yazılan Vaskalerya Varlıkları adlı çalışmada bu cevhere dair koca bir bölüm ayrılmıştı. Kitabın üç yazarından biri olan Ünay Terene Pirenci, cevheri ‘şüphesiz ki gelmiş geçmiş en değerli varlık olarak kalmaya devam edecek’ sözleriyle tanımlıyordu.
Birtakım aydınlar ise Güneş Tohumu’nun seneleri soğudukça daha da parlaklaşmasını kötüye yoruyordu. Bir zaman gelebilirdi ve cevherin parlaklığı öyle artabilirdi ki tıpkı güneşin kendisinde beklendiği gibi muazzam bir patlamaya sebep olabilirdi. İşte bu korkulacak bir şeydi. Belki de. Lakin elinde bir karatın yüzde biri kadar mücevheri olanlar, felaketi değil zarafet görüyordu.
“Böyle bir nefaset karşısında medeniyetsizliklerini nasıl muhafaza edebiliyorlar şaşıyorum yani.” Çöl halkı pek sevilmezdi. Ama yine de en azından alakoz sülalesi devletli alanlarda itibar görürdü. Yarım yamalak nezaket eğitimleri ise kılıç tutmaktan, güneş ve rüzgar yemekten sertleşip kabalaşmış karaca tenlerinde pek eğreti dururdu.
“Hazretleri ve tebaası bunun ticaretine kendilerini öyle kaptırmış ki güzelliğine hissizleşmiş diye tahmin ediyorum.” dedi hanımefendinin bir adım arkasındaki adam. Simyacılarca hususi olarak üretilmiş, kırılmaya ve her türlü darbeye dayanıklı özel bir camın içinde sergilenen bir damlacık Güneş Tohumu’nu seyretmekteydiler.
“Onlara da bir nebze hak vermek gerek mi dersin? Böylesi bir zenginliği zapt etmek kolay olmasa gerek.” Ziyaretçiler, dünyanın öbür ucundan sırf bu özel mücevheri görebilmek için Yılan Ada’ya kadar gelmişlerdi. Ne büyük bir harcama! Ama değerdi doğrusu.
Alakoz hazretlerinin çok sayıdaki konağından biri de şeklinden dolayı bu adla anılan adanın baş taraflarında bulunmaktaydı. Pek büyük, neredeyse yuvarlak şekilli bir konaktı bu. Mücevher elbette üç katının her birinde on ikişer oda ve salon bulunan bu konakta sergilenmiyordu. Aksi büyük bir tedbirsizlik olurdu.
Gözlerinin kapatılmasıyla yetinmeyip bir de sürekli kendi etrafında dönerek yolcunun başını hayli hoş eden bir araçla getirilmişlerdi sergi alanına. Amaç elbette ziyaretçiyi sarhoş etmek değil, onun yer yön duygusunu kısa süreliğine saptırmaktı. Yoksa adım ve dönüşleri sayıp sergi alanının yerini belirleyebilirdi. Büyük risk.
Rütbelerine güvenerek, biraz da bu küçük düşürücü hareketlere istinaden bu konuşmayı yapmış olmalılardı. Alakoz, kendi halkına karşı pek acımasızdı belki ama zengin müşteriler söz konusu olunca ziyadesiyle hoşgörülü, hatta nahif denecek kadar mülayim bir şahsiyete dönüşüveriyordu. Eh, arkasından atıp tutan dışarlıklılar da alakoz ile göz göze gelince çöl insanlarını övmeden edemezdi. Karşılıklı ikiyüzlülük, nezaketle eş değer anlamlar taşıyordu.
Ziyaret edilen tohum, mevcut cevher parçacıklarının en ağırlarından biriydi. Tam tamına yarım karat olan bu parça, sergilendiği bir metreküplük muhafaza camını ışıltısıyla dolduruyordu. Hafifliğine rağmen merkezde duran çeyrek santimetre uzunluğu ve çeyreğin de yarısı kadar genişliğiyle cevher, göz alıcı parıltısıyla izleyenleri mutluluğa boğuyordu.
Menşei aynı olan bu parçaların renkleri, göğün kuşağının tüm tonlarını barındırırdı. Kimi göz sarı kimi göz turuncu renkte görürdü bunları. Tohum parçacıklardan en nadiri ise yeşil renkte parlayanıydı. Yeşil Güneş Tohumu’ndan dünyada yalnızca beş parça bulunmaktaydı.
“Üç dakikadan uzun bakarsanız tedavisi mümkün olmayan göz hastalıklarına yakalanırsınız.” diye bir uyarı sesi geldi birkaç adım arkalarından.
Kadın ve adam, cevherin mest ediciliğinden sıyrılıp arka yöne dönünce ilk birkaç saniye ahvali anlayamadılar. Zira arkada cevherin muhafızlarından biri değil, kara çarşaflara sarılmış ne idüğü belirsiz bir gölge durmaktaydı.