Saat gece 4’ü gösteriyordu. Tüm odayı buz gibi bir hava kaplamıştı. Açık kalan camın önündeki perde sesler çıkararak duvara çarpıyordu. Kerem gördüğü kabustan daha korkunç bu manzaraya nefes nefese uyandı. Sanki donuyordu ama içinde onu tüketen ayrı bir ateş vardı. Saçı ve yüzü terden sırılsıklam olmuştu ama elleri ve ayakları buz kesmişti. Uyuya kaldığı koltuktan tek kolundan destek alarak doğrulmaya çalıştı. Vücudunun bazı uzuvları uyuşmuştu hareket ettiremiyordu. Üstelik doğrulunca başı ağrımaya başlamıştı. Şimdi oturur hale gelmişti. Karşı duvarda asılı saatin tiki taka sesleri ve perdenin duvara çarparak çıkardığı o sinir bozucu ses odanın içini dolduruyordu.
Kerem bir süre oturduktan sonra kalkacak gücü kendinde buldu. Ayağa kalkmasıyla oda sanki fırıldak gibi dönmeye başladı. Kerem koltuğun kenarına dayanarak dengesini korumaya çalıştı. Biraz temiz havanın kendisine iyi geleceğini düşündü. Açık pencereye doğru yürümeye çalıştı, sanki adımları onu dinlemiyorlardı farklı yerlere gitmek istiyorlar, gittiği yolun tekin olmadığını hissediyorlardı. Parmak uçlarına soğuk mermer zemin değdiğinde ayaklar mağlup olduklarını anladılar ve son birkaç adımda istemsizce sahiplerine itaat ettiler. Kerem camın önüne ulaşmıştı perdeyi hışımla açarak kafasını gecenin soğuk havasına doğru uzattı. Birkaç derin nefes aldıktan sonra kendine gelmeye başlamıştı. Baş dönmesi geçip de dışarıya şöyle bir göz gezdirirken karşı kaldırımdaki sokak lambasının altında birisini fark etti. Uzun birisiydi, hayır uzun değildi, bu şey adeta lamba direğiyle aynı boydaydı. Fötr bir şapka takmıştı, altından saçı ve sakalı beline kadar uzanıyordu. Geniş omuzları vardı, yüzünün bir kısmı ancak seçilebiliyordu ama gözleri iki ateş parçası gibi parlıyordu. Bu dev başta camdan onu gözetleyen Kerem’i fark etmedi ama birden kafasını kaldırıp onun gözlerinin ıçıne bakmaya başladı. Sanki fırtınada gemilere tehlikeyi haber veren deniz fenerlerinin düdükleri gibi düdükler Kerem’in kafasının içinde çalmaya başladı. Her şey onu uyarıyordu. Ama Kerem devin gözlerine kitlenmişti, gözler sanki hipnoz ederek Kerem’i kendine bağlamıştı. Kerem son bir kuvvet bularak camın kenarından kendini ittirerek arkasını dönmeye çalıştı. Kendini bu büyüden kurtardığını düşündü fakat arkasını dönmesiyle yanıldığını anladı. Kerem’den bir insan boyu daha uzun ve kocaman gövdeli bu şey tüm heybetiyle Kerem’in karşısında duruyordu. Kerem bacakları arasından süzülen sıcaklığı fark etti ama bir tepki veremedi. Korku iliklerine işlemişti kıpırdamasına, düşünmesine izin vermiyordu. Fakat hissedebiliyordu karşısında duran gulyabaniyi her bir duyusuyla hissediyordu.
***
Mesaiye yeni başlayan memurların sesleri köşede jaluzileri kapalı odaya kadar geliyor ama kafasının içi düşüncelerle dolu içerideki müfettişin kafasına giremiyordu. Müfettiş Rahmi, Gülpınar Karakoluna güneş daha doğmadan önce gelmişti. Bu gece onu rahatsız eden şeyler vardı ve bu duygular tanıdıktı. Son birkaç saattir ayaklarını masasına uzatmış ve piposunu yakmış, kötü haberlerin gelmesini bekliyordu. Müfettiş Rahmi, kenarlarını kıvırdığı bıyığı ve keçi sakalıyla adeta Arthur Conan Doyle romanlarından fırlamış gibiydi. Bıyıkları beyazlamış ama dudağına yakın kısımları nikotinden sararmıştı. Gözlerini kapatmış piposunun dumanını üflerken kapısı çaldı. Birden toparlanıp Derin sesiyle cevap verdi Müfettiş Rahmi: “GİR!”. Kapıyı açıp içeriye genç bir memur girdi: “Rahmi amirim, dediğiniz gibi bir olay rapor edilmiş…”
Müfettiş Rahmi cümlenin geri kalanını dinlemeden gri fötr şapkasını ve ekoseli gri ceketini alıp avına saldıran bir yılanın çevikliğiyle oda kapısına ilerledi. Bu ani hareket karşısında afallayan genç memur kendini kenara zor attı. “Adres!” dedi Müfettiş Rahmi. Arkasından koşar adımlarla yetişmeye çalışan genç memur elindeki kağıdı Rahmi amirinin avucuna sıkıştırmayı başardı. İki katlı karakolun üst katındaki odasından çıkıp merdivenleri üçer beşer atlayarak indi Müfettiş Rahmi. Karakolda olup biten hiçbir şeyi görmüyordu. Karakol otoparkının köşesinde duran Ford Tanus’una hiç yavaşlamadan bindi. Arabanın motorunun çalışmaya ve rahatını bozmaya niyeti yoktu ama sonunda sahibinin zoruyla çalışmaya razı oldu. Müfettiş Rahmi avcundaki kağıda yazılı adrese baktı bu yeri biliyordu çok uzak değildi. Kağıdı ceketinin iç cebine koyup sigara paketini çıkarıp bir sigara yaktı.
Müfettiş Rahmi evin önünde henüz tütmekte olan sigarasının izmaritini yere atıp ayağıyla ezdi. Kağıtta yazılı olan adrese gelmişti, adres dört katlı bir binaydı. En alt katı bir büfeydi. Adresin doğruluğunu kontrol etmek için Müfettiş Rahmi büfeye girdi: “Kerem Karadal bu binada mı oturuyor?” Muflon yelek giymiş kırklarındaki adam çözdüğü bulmacadan kafasını kaldırıp ilk defe gördüğü bu adamı iyice süzdükten sonra cevap verdi: “Gazeteci misin dayı?”. “Yok” diyerek ceketinin cebinden kahverengi deri cüzdanını çıkarıp polis kimliğini gösterdi. Sabah yaşanan tuhaf olaylara anlam verememiş ve şimdi ise karşısında polisi bulan adam şaşırmıştı: “He hacı dayı burada oturuyor ama sabah ambulansla götürdüler.” Sesini alçaltarak devam etti “komşuları hep görmüş uyuşturucu kullanıyormuş herhalde böyle sabah eli ayağı titriyormuş gözleri…”. İstediği cevabı alan Müfettiş adamın dedikodu kazanından ikram ettiği bir tas çorbayı içmeden dükkanı terk etti.
İkinci katta kapı üzerinde Karada! soyadım görüp kapıyı çaldı Müfettiş Rahmi. Bir süre sonra gözleri kızarmış ve hüznü tüm halinden belli bir kadın kapıyı açtı: “Buyurun kime bakmıştınız?” dedi kadın. Müfettiş Rahmi kimliğini gösterip içeri girmek için müsaade istedi. Kederli kadın içeri
buyur etti Müfettiş Rahmi’yi içeri alıp salonun yerini gösterdi. Müfettiş bir koltuğa kadın ise karşı koltuğa oturdu. Müfettiş söze başlamadan kadın atıldı: “Komsular uyuşturucu kullanmış diyorlar komiserim n’olur bi’ şey de, benim oğlum yapmaz öyle şeyler komiserim …” kadın cümlesini bitiremeden tekrar ağlamaya başladı. Müfettiş cebinden bir mendil çıkarıp kadına uzattı ve sakinleşmesini bekledi. Kadın bir süre sonra sakinleşti. “Oğlunuzun durumuna uyuşturucunun neden olduğunu sanmıyorum hanımefendi …” Sözleri duyan kadın bir oh çekti rahatlamıştı: “Sizlere nasıl açıklayacağımı tam olarak bilmiyorum ama uyuşturucu ile oluşacak bir durum değil bu bana güvenebilirsiniz. Nedenini size soruşturma bittikten sonra anlatabilirim. “Gözleri ağlamaktan kızarmış kadın başını salladı. “Onu sabah nerede buldunuz?” dedi Müfettiş kadına. Kadın oğlunu titrer halde bulduğu duvar dibini gösterdi. Müfettiş duvara yaklaşınca idrar kokusunu aldı demek ki çocuk korkusundan altına yapmıştı tahmininin doğru olduğuna emindi nerdeyse. Eğilip iyice koklayınca o kokuyu da aldı çürümüş cesetlere özgü o mide bulandırıcı kokuyu. Kalkıp camdan dışarı baktı. Cam, evin altındaki büfenin karşı kaldırımını görüyordu, uzun bir lamba direği ve iki metre kadar ilerisinde bir çöp konteynırı vardı. Müfettiş her şeyden emin olmuştu, artık yirmi yıl önce yaşadıkları şey ile bu olay aynıydı, kaybedecek vakti yoktu. Teşekkür edip evden ayrıldı. Tek bir kanıt daha istiyordu, bereket versin, şans müfettişin yanındaydı. Büfenin karşı kaldırımı gören bir kamerası vardı. Müfettiş Rahmi, tereddüt etmeden içeri dalıp kayıtları istedi. Devlet memurundan ilahi seviyede korkan büfeci ikiletmeden kayıtları açtı. Müfettiş iç cebinden sarı camlı bir gözlük çıkardı ve dün gecenin kayıtlarını izlemeye başladı. Saat dört civarında direğin altında bir şey bekliyordu ama lambanın ışığından yere gölgesi vurmuyordu.
“Alo! Necip, tekrar olmaya başladı… Sen de fark ettin değil mi? İzlerini buldum, hala Fatihte mi oturuyorsun… Tamam 20 dakikaya evin önündeki kıraathanede buluşalım…Ha unutmadan, sana verdiğim emanetleri yanında getir.”
Kahverengi Taunus, karşısında kıraathane olan evin önünde durdu. Kıraathanenin dışarı koyulmuş iki masasından birinde 60’larında gösteren, kafasında ve kollarında karaciğer lekeleri bulunan bir adam oturuyordu. Saçları dökülmüştü, bu yüzden kahverengi lekeler uzaktan saç gibi görünüyordu. Müfettiş masaya yanaşıp bir sandalye çekti. Karşısındaki adam fırsat vermeden söze girdi: “Öldürmüş mü?” “Hayır… Fırsatı olmamış herhalde.” Necip kafasını salladı: “İstediklerini getirdim.” Deyip masaya bir kutu koydu. İki karışlık kutunun kapağını açınca deri kınında bir hançer ve bir saat kutusu çıktı ortaya. Müfettiş Rahmi hançere uzanıp masanın altında incelemeye başladı. “Bu saldıran şeyin… geçen sefer ki gibi gulyabani mi olduğunu düşünüyorsun?” dedi Necip. Müfettiş evet manasında kafasını salladı. “Geçen sefer birisini serbest bırakmıştık o olmasın.” “Yok aradım onu Edirne’ye yerleşmiş kitap falan yazıyormuş.” Hançeri koyup saat kutusunu açtı bu sefer Müfettiş, kutunun içindeki kurşunlar parıldadı. 1O tane kurşun vardı kutuda. “Bu kadar mı kaldı kurşun?” dedi Müfettiş. “Evet, bir daha olmaz diye düşündüğümden yapmamıştım.” diye cevap verdi Necip. Müfettiş kurşunları incelerken bir süre sessizlik masaya hakim oldu. Müfettiş Rahmi, elini cebine attı ve sigara paketini çıkarıp arkadaşına ikram etti. Necip elini göğsüne götürerek reddetti ve söze girdi: “Nerede bulacağız biz bu ecinniyi?” “Topkapı diye tahmin ediyorum. Geçen sefer Galata Kulesi’ndeki geçidi mühürlerken yaralanınca Topkapı Geçiti’ni mühürlemeye gidemedim sonra tekrar çıkmayınca kontrol etmeye gerek duymadım.” Sigarasından derin bir nefes çekip sözüne devam etti: “Keşke etseydik bizim yüzümüzden çocukcağız aklını oynattı.” “Ya orası değilse ne yapacağız?” dedi Necip. “İşte o zaman battığımızın resmidir. Kalkalım o zaman bakalım Topkapı’da mı?” Eski iki dost kahverengi Taunus’a bindiler. Arabanın motoru pek sık yapmadığı bir şeyi yaparak hemen çalıştı.
Saat öğle vaktine gelirken Topkapı Sarayı’na varmışlardı ama alacakaranlığa kadar beklediler. Eskiler bu vaktin ne demek olduğunu bilirlerdi. Akşa1? ezanı okunurken birinci avlunun içindeki Aya irini Kilisesi’nin önündeydiler. Bir ağacın tepesine kümelenmiş üç beş karga olanca güçleri
ile bağırıyorlardı. Müfettiş Rahmi ve Necip, kalın gövdeli bu ağacın arkasına geçip beklemeye koyuldular. Müfettiş sol koltuk altındaki silah kılıfından sekiz kurşun alan Smith&Wesson toplu tabancasının kurşunlarını diğer kurşunlar ile değiştirdi. Hançeri ise beline görünmeyecek bir şekilde yerleştirdi.
Uzun süren bekleyişin ardından şüphelenen ikili kiliseye girmeye karar verdi. Üstünde Osmanlı Türkçesi ile yazılmış bir kitabe bulunan kapıya vardıklarında kapının aralık olduğunu gördüler.
***
Dev cüsseli gulyabani yere bağdaş kurmuş, sırtı kapıya dönük oturuyordu: “Geldüğüz dimek hanum söyler idi orda bekle onlar gelür deyü.” Gulyabaninin sesi kilise kubbesinde yankılanıp gök gürültüsü gibi Müfettişin kulaklarına döndü. Gulyabani ayağa kalkıp arkasını döndü, gözleri iki kor tanesi gibi kırmızıydı. Sakalı ve saçı beline kadar dökülüyor, pis kokusu Müfettişin burnuna geliyordu. “Görürüm efsunlusundur sen… gözlerim sana işlemez.” “He ya ebem rahmetlik zamanında hocalara okutmuş. Han dedin hangi Han bu?” “Eben irahmetlik eyi etmiş. Orası senlik değildir.” “Sen şimdi ne zamandır güreş tutmamış sındır kanın kaynıyordur.” Güreş kelimesini duyan gulyabanin gözleri bu sefer gerçekten alev alev olmuştu: “Hanum canunu isteridi güleş didin kendin verirsin dimek canunu.” İkisi de kafalarında duran fötr şapkaları aynı anda yere attılar. Müfettiş ceketini çıkarıp kollarını sıvadı. Gulyabani ise üstündeki koca paltoyu omuzlarından aşağı bıraktı ardından birbirine kavuşan iki aşık gibi birbirini kucakladılar. Müfettiş yere eğilerek gulyabaniyi sırtının üstünden arkaya atmayı denerken gulyabani belinden tutup Müfettişi savurdu. Müfettiş birkaç taklanın ardından hemen doğruldu. Bir insanın ömrünce birkaç kez rast gelebileceği bu muhteşem temaşanın seyircisiz kalması ne üzücüydü.
***
Necip basamakları ayağı ile kontrol edip Zippo çakmağın yaydığı ışıkla mahzene inmeye çalışıyordu. Bir basamak, ardından bir basamak daha… Daha derine inen her bir basamakta toz katmanı daha da yoğunlaşıyordu. Necip’in boğazı şimdiden gıcıklanmaya başlamıştı. Derken Necip iki büyük tahta kapının önüne gelmişti: “Allah Allah! Bu kapının üstünde asma kilit var.”
***
Kavga iyice kızışmıştı. Müfettiş altı sefer daha yere serilmiş ve epey yorulmuştu. Gulyabani ise yere bile çökmemişti. Müfettiş Rahmi tek dizinin üstünde nefes almaya çalışırken gulyabaninin üstüne geldiğini fark etti. Yerden kalkmadan gulyabaninin hamlesini bekledi. Bu dövüş bitmişti artık gulyabani için. Müfettişi kaldırmak için gulyabaninin eğilmesiyle Müfettiş bir kedi çevikliğiyle yana yuvarlandı. Dengesini kaybeden gulyabanin arkasına geçerek dizkapağının ardına bir tekme attı dengesini kaybedip yere çökmüş gulyabanin sırtına atladığı gibi belinden hançeri çıkardı içeri sızan ay ışığından hançerin üzerinde yazılı ayet belli belirsiz göründü ve gulyabaninin göğsünün içinde tekrar kayboldu. Işık hızıyla çıkan hançer tekrar saplandı ve tekrar ve tekrar… Her saplanmada gulyabaninin sesi kilisenin taş duvarlarını ve camlarını titretti. Yere kapkaranlık kanlar şelale gibi akıyordu. Son darbeyi de vurduktan sonra bıçağı çekerek yere atladı müfettiş nefes nefeseydi gulyabani tek kolu yerde ve bir kolu göğsünde ölüyordu. Müfettiş yere attığı ceketinin yanına topallayarak gidip yere attı kendini, ceketinin cebinde sigara paketini aradı. Paketteki sigaralar kırılmıştı: “Ulan deyyus canını mı aldık sanki sigaraları niye kırdın?” bacaklarını kamına çekip izlemeye başladı gulyabaninin ölümünü.
“Abi, abi…” Necip nefes nefeseydi. İndiği merdivenleri çıkması epey yormuştu Necip’i. “Ne oldu Necip, bulamadın mı kapıyı?” Necip, Müfettişi yere oturmuş ölü yaratığı izler halde buldu, içerisi ufunet kokuyordu ve cesetten akan kan kilisenin ortasında gölet olmuştu. “Yok, daha kötü abi… Mühür bozulmamış… ”