Fırtınalı bir geceydi. Saat gece yarısına yaklaşıyordu ancak ay yoktu. Bu hikayeyi kaçırdığına sonradan çok üzülecekti. Bir meyhaneydi hikayenin geçtiği yer. Etraf sessiz ve ıssızdı, aklı olan hiçbir canlı bu akşamki kadar öfkeli bir fırtınada dışarıda çıkmazdı. Meyhanenin içinin de bir farkı yoktu. Sıradan bir meyhaneydi burası. Bar kısmının önünde masalar ve etrafında sandalyeler dizliydi. Yerde pek çok günün kanını ve kusmuğunu emmiş talaş, barın arkasında ise yalnızca talaşların imreneceği bir adam… Yaşlı bir adamdı barmen, bunu kalan birkaç tutam saçının ağarmasından ve yüzündeki kırışıklıklardan çok üzerindeki havadan anlıyordunuz. Sanki yıllardır aynı şekilde bara yaslanıyor o elindeki aynı bardağı siliyordu, yakından baksan üzerindeki tozu ve örümcek ağlarını görebilirmişsin gibi. Meyhane adeta renksiz ve cansız bir tuval gibiydi. Fakat üzerinde üç renkli nokta vardı; biri koyu bir pembe, orta yaşlı tombul bir adamın yanaklarını rengiydi; Öbürü daha solgun, cılız ve korkak bir adamın tereddüdünü yansıtıyordu; başka bir nokta daha vardı, siyahtı. Bilinmezliğin içinden herhangi bir rengi çıkarabilecek bir hiçlik.
Tombul adam elinde bira dolu kupalarla yaklaştı. Cılız adamı ürküten bir şekilde biraları fazlasıyla sallayarak oturdu. Biraz kilo verse her şeyi daha kolay yapacaktı muhtemelen ama umurunda değildi. Askeri üniformasına zar zor sığan göbeğine baktı, o göbeğini seviyordu. Göbeği ona mutluluğu temsil ediyordu. Ailesiyle birlikte yenmiş yemekler, dostlarla birlikte içilmiş içkiler… Adeta normal bir yaşamın sembolü gibiydi ve Tanrı biliyor ya bir asker için normal yaşam cennetti. Tombul, Cılız’a baktı. Cılız, solgun görünümlü bir adamdı. Titreyen elleri ve kambur bir duruşu vardı, sanki bir vampir onu akşam yemeği olarak yemiş de kalan şey canlanıp karşısına oturmuştu, beyaz bir cesetten farkı yoktu. Tombul, birasından koca bir yudum aldı. Lanet olsun etraf ne kadar da sessizdi, sanki dışarıdaki fırtına bağırmak yerine fısıldıyordu. Bu lanet yere biraz hayat lazımdı. Cılız kafasını bardağına gömmüş oturuyordu, tutsakları her zamanki gibi sessizdi, gözlerini zayıf bir şekilde yanan ateşe dikmişti. Tuhaf adam. Barmen ise günler önce ölmüş gibi görünüyordu. Anlaşılan buraya biraz neşe getirme görevi ona aitti. Ellerini sertçe masaya vurdu. Cılız bu sesten ürktü ve kafasını kaldırıp etrafa bakındı, tutsak tepki vermedi.
Evet dostum, sanırım zamanı geldi. Ne, neyin zamanı?
Hani bana söz verdiğin şu hikaye vardı ya, işte onu anlatma zamanı.
Bak dostum, sana söylüyorum, ben hikaye anlatmayı sevmem. Hem iyi bile değilim, bildiğim yegane hikayeler de annemin küçükken bana anlattıkları. Senin sevmeyeceğinden eminim.
Tombul, iyi ya da değil, dedi. Bana borcun var, ısmarladığım içkiler karşılığında söz vermiştin.
Sarhoştum!
Umurumda değil, bu yer tüylerimi ürpertiyor ve tecrübeyle sabit bir şekilde biliyorum ki güzel bir hikayenin faydası dokunur. Şimdi ya bir hikaye anlatırsın ya da sana ısmarladığım içkilerin parasını peşin alırım.
Cılız pes etmiş bir şekilde nefesini verdi. Düşünmeye başladı, zihninin derinliklerine ilerliyor, artık onun için silik olan hatıralarının içinden birkaç hikaye çıkarmaya çalışıyordu. Uzun zamandır bu kadar eski zamanları düşünmemişti. Mutlu olduğu, cesaretin onu terk etmediği zamanları. Felaketten önceki zamanlar. Felaket, bu kelime zihnini anılarla doldurdu, hiç hatırlamak istemediği anılarla; yanan bir ev, ailesinin çığlıkları ve o; ağlayan bir çocuk, hiçbir şey yapamayan.
Cılız silkinerek kendine geldi. Titriyordu, Tombul’un ona bakan gözleri endişeyle açılmıştı. Anılara dalmış sonra da bir sara hastası gibi titremeye başlamış olmalıydı. Gözle görülür bir gayretle kendisini kontrol etti. Bir daha o anılara dönemezdi. Tombul’a hikaye anlatamayacağını söylemek için kendisini hazırladı. Dostu biraz şamatacı bir adamdı ama halinden anlayacağını biliyordu. Ağzını açtı ancak hazırladığı kelimeleri söyleyemedi. Aklı karanlık bir odaya giren mum gibi aydınlatıldı. Artık net bir şekilde görebiliyordu, bir hikaye… Nereden ya da ne zaman duyduğunu bilmediği bu hikaye açtığı ağzından aşağı döküldü. Sanki boyanmak isteyen boş bir tuvalmişçesine, mekan hikayeyi Cılızın ağzından söküyordu. Ağzı adeta bağımsız bir şekilde oynarken o da geri kalanların şaşkınlığıyla dinledi.
Uzun zaman önceydi. Öyle uzun ki hikayenin geçtiği yeri biz küçük bir kasaba olarak tanımlarken, o zamanın insanları için orası büyük bir yerleşim yeriydi. Oldukça da uzak sayılırdı çünkü dağların arasındaydı ve geri kalan insanlıktan tecrit edilmişti. Mutluydu orada yaşayanlar, çalışkan bir halktı. Ekmeklerini taştan çıkarır, başka kimselerin yardımına ihtiyaç duymazlardı. Zaten başka kimseler de oraya gitmez, nadiren bir tüccar veya kaybolmuş bir gezgin gelirdi. Halk severdi bu kimseleri, dünyadan haberler alırlardı. Gerçi pek umurlarında değildi ya, onlar için başka bir dedikodu malzemesiydi. Dünya buradan çok uzaktı. Çok çocuk vardı bu kasabada, halkın mutluluğunun önemli sebeplerinden biri de buydu; devamlı gelen çocuk sesi. Büyüdüklerinde bu çocuklar da iş bulacaklar, çalışacaklardı ancak o zamana kadar oynamakta özgürlerdi. Sabah erkenden aileleri çalışmaya giderken çocuklar da ormanda ve çayırlarda koşturur, pek çok oyun oynarlardı. Aileleri çocukların seslerinin duyulmayacağı kadar uzağa gitmelerine izin vermezdi. Bir kulakları her zaman seslerinde olur, fazla uzaklaşmadıklarına emin olurlardı.
Bir gün köye bir ziyaretçi geldi. Yemek yemeyi sevdiğini belli eden tombul bir göbeği, elma kırmızısı yanakları, kabarık bir sakalı olan iri bir oduncuydu. Halk gelen bu ziyaretçiyi merak etmişti. Oduncu onları selamladı, halk adını sordu, o da bir tekerlemeyle cevap verdi: “Sormayın adımı gereksizce, ben mutluyumdur hep sebepsizce.” Gerçekten her zaman mutluydu. Halk oduncuyu çok sevdi ve “hep mutlu” dedikleri bu adamı aralarına kabul etti. Hep Mutlu, halka yardım ediyor, bol bol odun topluyordu. İşi bittiğinde çocukların yanına gidiyor, onlarla oyun oynuyordu. Çocuklar Hep Mutlu’yu çok seviyorlardı, Hep Mutlu onları güldürüyor, yeni oyunlar öğretiyor, hikayeler anlatıyordu. Aradan aylar geçti. Halk Hep Mutlu’ya iyice alıştı, onu aralarına kabul ettiklerine memnunlardı. Hep Mutlu yardımseverdi, hem çocuklarına da göz kulak oluyordu. Hatta son zamanlarda çocukları ormana ve dağların yukarılarına götürüyor onlara hayvanları ve bitkileri öğretiyordu. Halk çoğu zaman çocukların seslerini duyamıyordu ama Hep Mutlu’nun kahkahası geliyordu. Bu onları mutlu ediyor, endişelerini gideriyordu. Kahkahalarında çocuksu bir neşe vardı. Sabah her şey normal başladı, bir yaz ortası günüydü. Sıcak ve rahattı. Halk gündelik işlerini yaptı, Hep Mutlu onlara yardım etti. Hep Mutlu Öğleden sonra çocukların yanına gitti, sesi heyecanlıydı. Haydi çocuklar! Dedi, peşime takılın size bir sürü güzel şey göstereceğim. Çocuklar neşeyle peşine takıldılar. Aradan saatler geçti. Güneş batmaya yüz tutmuş bir şekilde batıya alçalıyordu, ancak Hep Mutlu ve çocuklar gelmemişlerdi. Halk endişelenmeye başladı, Hep Mutlu’nun normalde geldiği saati aşmışlardı ve kahkahasını da duyamıyorlardı. Sessizlik korkunçtu. Devamında olanlarsa daha korkunçtu. Çığlıklar gökyüzünü yırtmaya başladılar. Her ses farklıydı, önce korkuyla bağırıyor sonra bir anda susuyordu. Kasaba halkı kıpırdayamıyordu, bir karabasan gibi üzerlerine üşüşen çığlıklar onları yerlerine sabitlemişti. Aradan birkaç saat geçti, her biri bir ömre bedeldi. Batan güneş bulutların arkasına saklanmıştı, bu manzarayı görmek istemiyordu. Ağaçların arkasından Hep Mutlu çıktı. Vücudu şişmişti, bütün derisi yanaklarının rengine bürünmüştü. O yanlıştı, çok çok yanlış. Adeta kanla doldurulmuş bir ceset gibiydi. Kasaba halkına baktı, hepsi ormanın kıyısına gelmiş dehşetle onu izliyordu. Hep Mutlu güldü, sesinde binlerce çocuğun çığlıkları vardı. Hep Mutlu’nun hikayesi yayıldı. Bir daha hiçbir halk mutlu olmadı. Çünkü onlar biliyorlardı, eğer çok mutlu olursan o gelirdi. Sevgiyi, neşeyi, çocukları alır ve yutardı. Geriye yalnızca dehşet bırakırdı. Bu şekilde hep mutlu kalırdı.
Cılız, son kelimeden sonra zorlu titrek bir nefes aldı. Bu lanetli hikayeyi nasıl bildiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Tombul’un yüzüne baktı. Gözlerinde Cılız’ın daha önce görmediği bir bakış vardı, şaşkınlık ve dehşetin karışımı olan bu bakış Cılız’ın üzerine yoğunlaşmıştı. Sanki onu anlamaya çalışıyormuş gibi bakıyordu. Sandalyesini biraz uzağa çekmişti. Çok eski olmasa da sağlam bir dostluğa sahip olduğu Cılız’ın ağzından bu kelimelerin çıkması Tombul’u kelimelerin kendisi kadar ürkütmüştü. Cılız mahcup bir şekilde gözlerini ayaklarına dikti. Birkaç yaş düştü yerdeki talaşların üzerine, onlar tarafından emildi.
Çok özür dilerim Tombul. Bunların nasıl ağzımdan çıktığını bilmiyorum. Bu hikayeyi nerede duyduğumu hatırlamıyorum. Sanki birisi kafama sokmuş sonra da zorla söyletmiş gibi.
Önemli değil dostum. Tombul’un sesinde tereddüt vardı, yine de Cılız’ın samimi olduğunu biliyordu. Yanına gelip eliyle dostça omzuna vurdu. “Son zamanlarda zorlu günler geçiriyoruz, buranın havası da hiç neşeli değil, ondan olsa gerek.” Neşe kelimesi içini ürpertmişti.
Bir kıkırtı duydu Tombul. Var olmaması gereken garip bir ses. Cılız’a baktı, gözleri onun da aynı şeyi duyduğunu ifade ediyordu. Birlikte yavaşça dönerek tutsağa baktılar. Tutsağın varlığını unutmak kolaydı. Onu yanlarında sürükledikleri haftalar boyunca neredeyse hiç konuşmamıştı. Kıkırtı ondan geliyordu. Gözleri sanki bu tuhaf sesin var olmaması gerektiğine katılırmışçasına gülen bir suratla alakası olamayacak şekilde soğuktu. Cılız’a bakıyordu. Gözleri onun ruhunu delip geçiyordu sanki. Cılız o bakışların karşısında kıvrandı, gözleri delirmişçesine fıldır fıldır dönüyor, göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Burada, bu mekanda, o bakışta yanlış bir şey vardı. Bunu artık anlayabiliyordu. Hızla ayağa kalktı neredeyse sandalyesini deviriyordu.
Buradan gitmemiz gerek!
Tombul, dostunun ani endişesini anlayamasa da buradan çıkmak kesinlikle onun da isteyeceği bir şeydi. Ayağa kalkıp pencerelerden birine yaklaştı. Fırtına öfkesini belli edercesine pencereleri ve duvarı titretti. Dışarıda ortalık can pazarıydı, maalesef şu anda çıkmaları mümkün değildi.
Fırtınanın kuvveti hiç azalmamış. Üzgünüm Cılız buradan çıkmayı ben de istiyorum ama bu havada imkanı yok, lütfen biraz otur ve sakinleş.
Tutsak bakışlarını tekrar indirmişti. Tombul, Cılız’ı kolundan tutarak yerine oturmasına yardım etti. Solgun adam daha kontrollüydü, yine de diken üstündeydi, avcıların varlığından endişelenen bir hayvan gibiydi. Tombul yerine geri oturdu. Kalan birasını içti. Bunun daha sert bir şeyler olmasını dilerdi. Tutsak yavaşça kafasını kaldırdı. Herhangi birine bakmıyordu gözleri karşı duvara çevrilmişti. O kadar zamandır yanlarında taşıdıkları adamın sesini ilk kez net bir şekilde duydular. Sesi acayipti. Geri kalan her şeyi gibi. Sanki ses tellerinin çoğu parçalanmış kalan birkaç tel de artık insana benzer ses çıkaramıyormuş gibiydi; kısık ve hayvanımsı.
Hikaye sırası bende, dedi tutsak. Cılız ve Tombul onu durdurmak için hiçbir şey yapamadı.
İki adam oturuyorlarmış bir kamp ateşinin etrafında. Biri öbürüne bakarak sormuş. Sence nedir korkunçluğun sırrı, bir hikayeyi korkunç yapan şey nedir?
Cılız ve Tombul adeta konuşamıyorlardı. O garip ses onları durdurmuştu, sadece dinleyebiliyorlardı.
Pek çok neden vardır, diye soruya yanıt vermiş adam.
Tutsak ayağa kalkmış askerlerin etrafında yürüyordu. Ayakkabısının altında talaşlar inleyen ruhlar gibiydi.
Bazıları ateşten korkar. Cılız terledi, gözleri kırmızı ve turuncu alevin görüntüsünü yansıtıyordu.
Bazıları yalnızlıktan. Tombul’un gözleri uzaktaydı. Ölmüş dostların cesetlerine bakıyorlardı.
Bazıları karanlıktan. Odanın gölgeleri derinleşti. Ateş artık onlar için bir anlam ifade etmiyormuş gibi etrafında gezindiler.
Ancak daha önemli sebepler var demiş adam. Savaşamamaktan korkar ınsan, felaket gelirken hiçbir şey yapamamaktan.
Tombul ve Cılız artık gerçekten hareket edemiyordu. Zaman akmıyordu, adeta bu oda üzerindeki hükmünü kaybetmişti. Sadece ses vardı, tutsağın ağzından dökülen ses…
Ancak en önemli sebep bunların hiçbiri değil.
Tutsak yavaşça eğildi, ellerini adamların omzuna koydu ve fısıldadı:
Bir hikayeyi korkunç yapan şey gerçek olmasıdır.
Meyhane boş bir tuvaldi. Gri ve cansız.
Üzerinde üç renkli nokta vardı.
Biri kırmızıydı tombul bir adamın kanı, öbürü de kırmızıydı cılız bir adamın kanı. Sonuncusu siyahtı. İnsan değildi.
Ay bu hikayeyi kaçırdığına üzülmedi. Daha doğrusu eğer bu bir hikaye olsaydı üzülmeyecekti …