“Anlı şanlı Oçi Bala
Yeni ayın üçünde
Kızıl atına binerek
Göğe doğru uçup çıktı.”
Gök ile yer birbirine girmiş; yağmur ile toprak arasında kanlı bir savaş sürüyordu. Şehrin yüksekçe binalarının arasından toprağa ulaşamayan yağmur tüm gücüyle ataktaydı. Betonlar ile ruhunu saklamış toprak, insanlığa hem kızgın hem de minnettardı. Ruhu, varoluştan bu yana göklerden kovulmuş ve yer altında zaten hapisti, var olan tek özgürlüğünü çalmışlardı ama kötülüğünün kaynağını da insanlığın kalbinden besliyordu. Hasat vakti bitmiş, kış yaklaşıyordu. Zaman, savaşı çağırıyordu. Toprak sinsice saklanarak yağmuru alt edebileceğini düşünüyordu. Yağmur ise yıl boyu besleyip büyüttüğü nankör toprağın suratına yumruklar indirmek hevesindeydi. Toprak dalgalanıyor, yağmur tüm şehri avuçlarında sıkıp şiddetleniyordu. Yeni ay, mukaddes dağların tepesine ulaştığında ise Gök Tanrı’nın yıldırımı bu çocukça kavgayı durdurdu. Bugün, yeni ayın üçüydü. Saat, gece yarısı üçü dokuz geçerken dokuz çocuk dünyaya gelecekti. Ülgen Ana arkasında yedi erkek çocuğuyla yeryüzüne inmişti; Eril Ana arkasında dokuz erkek çocuğuyla yeryüzüne çıkmıştı. Ak oğlan ve Kara oğlan ruhları yeryüzünün göremeyeceği bir ihtişamla, heybetli duruşlarıyla analarının arkasında ayrı bir evren oluşturuyorlardı. Bu sırada Ak kızlar ve Kara kızlar zamanı yeniden yaratacak bir görevin izinden gidiyorlardı.
…
Ekim ayının üçüncü gecesiydi. Milletvekili Fatih Bey’in evine büyük bir heyecan hakimdi. Kıyan ailesinde bir kız çocuğu yeryüzüyle tanışmak üzereydi. Saat gece yarısı üçü vururken Fatih Bey’in çevresini saran akrabalarının yüzlerine endişeli bir ifade oturmuştu. Ciğerlerini zehirleyen bu tütsülerden diye düşündü. Otukan şehrinin en saygın mahallerinden birinde oturan Fatih Bey ve eşi Doktor Tuğba Hanım, her ne kadar bu durumdan utansalar da Tuğba Hanım’ın doğumu dolayısıyla evleri akrabaları tarafından tütsülerle donatılmıştı. Tuğba Hanım, sancılar içerisinde boğazı yanarken bir yandan da komşularının arkasından neler söyleyebileceklerini düşünüyordu. Böge doğduğunda da bu ritüeller yapılmıştı ama annesi gelecek çocuğun kız olmasından dolayı daha tedbirli olmaları gerektiğini söylemişti. Bu neyin tedbiriydi, bu saygın mahallede bu kadar çağ dışı şeyler yapmaya ne gerek vardı anlam veremiyordu. İki çocuğunu da hastanede doğurmasına izin vermemişlerdi. Gelenek kelimesinin arkasına sığınıp buradaki varlıklarını itibarsızlaştırıyorlardı. Yirmi ikinci yüzyılın köylü zihniyetleri diye geçirdi içinden. Bunu düşünürken gözünün önüne dünyaya bir kız çocuğu armağan edeceği sevinciyle annesinin yanına koştuğunda annesinin suratının aldığı hal geldi. Şu anda da karşısında alın damarları şişmiş suratına kan oturmuş bir şekilde karşısında duruyordu. Kapalı dudaklarının arkasında dişlerini sıktığı belli oluyordu. Gözleri, içinde bir miktar öfke barındıran endişeli titrekliğiyle etrafı süzüyordu. Ebe ‘geliyor’ diye bağırdığında o da diğer insanlarla birlikte nefesini tutmuş bebeği görmeyi bekliyordu. Ebe, bebeği aldığında Tuğba Hanım’ın annesi Ağça Hanım telaşla çantasının içerisinden kara metal bir kutu çıkardı. Etrafı bir soğukluk kaplamıştı. Ağça Hanım’ın elleri titriyor ve gözleri korku içinde kutuyu açmaya çalışıyordu. Bebeğin ilk ağlayışı duyulmuş Tuğba Hanım sevinç gözyaşları döküyordu. Bir yandan da kollarını iki yana açmış bebeğini kucağına vermelerini bekliyordu. Ağça Hanım, “Çocuğu vermeyin!” diye bağırdı; nihayet kutuyu açmış avucunun içinde karartılmış gümüşten bir kolye tutuyordu. Elindeki kolyeyle bebeğe uzanmaya çalıştığı sıra tüm tütsüler söndü. Kadınların hep bir ağızdan attığı çığlıklar Tuğba Hanım’ın sevinç gözyaşlarını acıya çevirmişti. “Bebeğim” diye ağlıyordu çünkü tütsülerin sönmesiyle bebeğin çığlıkları da durmuştu. Ebe “Nefes almıyor” diye bağırdı. Bu sırada çığlıkları duyup odanın kapısının önüne gelen Fatih Bey öylece donup kalmıştı. “Kıyan ailesinin laneti bu!” diye düşündü. Tanrı onlara bir kız çocuk bahşetmiyordu. Ağça Hanım ise tüm duyguları çekilmişçesine bebeğe bakıyor ve kolyeyi takmaya çalışıyordu. Kolyeyi takar takmaz bebeğin göğüs kafesinde gök rengi bir ışık huzmesi dolandı ve minik suratında hafif bir gülümseme belirdi, ela gözlerini açıp anneannesine baktı. Doğarken ölen bebek, doğduğunda büyümüştü. Ağça Hanım, ortaya çıkan ışığı kimse görmesin diye bebeği bağrına basmış hüngür hüngür ağlıyordu. Parlayan gözlerinden ayrılmak istemese de acıyla ağlayarak bebeği kızına uzattı, hızlı adımlarla odada çıktı. Fatih Bey, eşinin yanına gelmiş “yaşıyor, kızımız yaşıyor.” diye fısıldayarak eşini öpücüklere boğuyordu. Bebeği giydirmek için çiftin yanına gelen ebe, gülümseyerek “İsim düşündünüz mü?” diye sordu. Tuğba Hanım, yorgun göz kapaklarıyla gözlerinin içine bakan kızına sevgiyle bakıp “Utkan” diye seslendi. Küçük Utkan, sanki adını biliyormuşçasına gözlerini açarak annesine baktı. O sırada bembeyaz bir suratla Ağça Hanım geri döndü ve damadının kolunu kavrayıp ayağa kaldırdı. “O kolyeyi sakın ola çıkarmayın. Sonuçlarına siz katlanırsınız.” deyip odadan çıktı.
Otukan kenti, ülkenin en gözde şehriydi. İhtişamlı gökdelenleriyle ülkenin zenginliğini somutlaştırıyordu. Şehrin merkezinde bulunan seçkin alışveriş merkezleri refahın temsilcisiydi. Yapay, sahte çimlerle tasarlanmış park alanları şehrin halkına armağandı. Şehrin geniş görüntüsü, beyazın ve grinin tonlarından oluşuyordu. ‘Mükemmel’ kelimesi ile ifade edilen bu şehrin eksiklerine herkes gözlerini yummuştu. Şehrin karanlık sokakları, ışıksızlığı ile baş başa bırakılıyordu. Ekimin üçüncü gecesi, bu karanlık sokaklardan birinde bir bebek ağlıyordu. Kirli bir çarşafa özensizce sarılıp atılmış bu erkek bebeğin göğüs kafesinde kırmızı bir ışık huzmesi dalgalanıyordu. Biraz sonra, altın işlemeli eski bir kaftanın içinde zayıfça bir adam belirdi. Kaftanının şapkasını yüzünü kapatacak şekilde örtmüştü. Kendini gizlemeye çalışan bu adam yerdeki bebeği kucakladı ve gözlerine bakarak ince bir sesle “Hoş geldin Karaş” dedi.
…
Göğün efendisi Ülgen, göğün on altıncı katında Altın Dağ’da, altın kapılı, altın sarayda, altın bir taht üzerinde; biri sağında biri solunda iki ak güneşle oturmaktadır. Bir elinde kalkanı diğer elinde düştüğü yere kutsallık veren yıldırımlar oluşturan yayı ile karşısındaki şamana bakmaktadır. Bir şaman, Ülgen’e asla ulaşamaz; iki ak güneş yakıcıdır ve engeldir. Ama Oçi Bala, Ülgen’in karşısında durmaktadır. “Ey Şaman, bu cüretkârlığının sonuçlarını düşünerek mi karşımdasın?” diye kükredi Ülgen. “Su ruhundan bedenim dirildi, ateş ruhundan bir parça alıp bedenimi yükselttim. Nice beylerle savaştım, mukaddes dağları aştım. Halkım için can verdim. Bugün, bunlara rağmen benden aldıkların için güneşinden almaya geldim.” dedi Oçi Bala. Ülgen öfkelenmişti ama sağındaki ak güneşten bir parça alıp şamana uzattı ve “Ey şamanların en güçlüsü, göklere götürülüp ayla bütünleşesin ama halkından bir daha kız çocuk dünyaya gelmesin. Dünya, toprağın lanetiyle lanetlensin.” dedi. Oçi Bala, güneşi alıp karartılmış bir gümüş kolyenin içine yerleştirdi.