En Çok Okunanlar

Benzer Başlıklar

Dehlizli Demirci

“Hazer enva suretimiz,

Çelik misal kudretimiz,

Dağ, tepe, yollar bizim,

Kelli dehlizdir yöremiz.

 

Kaf Dağı’ndan aştık yolu,

Şu oymağın her bir kolu,

İrkenekten yoktur bolu,

Kelli dehlizdir yöremiz.

 

Gül dikenine denir pusat,

Erlerimiz, yekûn vasat,

Hanımız adıdır Basat,

Kelli dehlizdir yöremiz.

İRKENEK TÜRKÜSÜ

 

Gece koyu bir çarşaf gibi göğü örttüğü vakitte, günahkârlar ve zahitler dışında bir tek o ve yardımcıları ayaktaydı. Yerin yirmi beş kulaç altında, demir ocakları yanıyor, binlerce irkenek harıl harıl Zilkade’nin onuna yetişmesi gereken silahların yapımıyla ilgileniyordu. Tiz sesleri ve parmak kadar boylarıyla, Arap Abdullah’a yardımcı oluyorlar, Arap Abdullah, çeşitli emirler vererek bu küçümen insancıkları yönlendiriyordu. Bu neşeli Kaf Dağı halkı, üç ay evvel Şahmaran Kapısı’ndan geçerek, bir kervanın taşıdığı küplere ve yüklere saklanarak Dımışk’a varmışlar, başlarında İrkenek Hanı Basat’ın veziri Tarbetu olduğu üzere, nedeni meçhul, yardıma gelmişlerdi. Onlar geldiğinden beri, Diyar-ı Rum’a yapması gereken siparişleri daha kolay halleder olmuş, arzın zeminine çıkmasına da gerek kalmamıştı.

Arap Abdullah, yarı memalik yarı dev soyundan birisiydi. Ne anasını ne de atasını bilirdi. Doğduğunda, Emevi Camii’nin avlusunda, mescitte konaklayan bir kervanbaşınca bulunmuştu. Kervanbaşı, hilkat garibesi olan yavruya kıyamayıp, yakınlarda bir demirci olan ahbabı Sadi ve hanımına emanet edip yoluna devam etmişti.  Abdullah o vakitten beridir Sadi ibni Abbas’ın yanında kalıyor ve ona yardım ediyordu.

Ocaktaki kızarmış demirlerden birini aldı, kalıp kusursuzdu. Alkarısı kanı, demir ve soğan tozundan oluşmuş karışımdan kaliteli bir mızrak çıkacak gibiydi. İrkeneklerin getirdiği, Kilin kuyruğu yağı ve Mekke’de kırk alimin kırk gün kırk gece okuduğu Ab-ı Arifan da silahları soğutup, melun canavarları defetmekte oldukça etkiliydi. Hac ve ticaret kervanlarının yakınındaki bir handa olması ocağın, Hafızlar’a ve kendisi çok büyük kolaylık sağlıyordu.  Elindeki çekici uzun ve için için yanmakta olan demire vurmaya başladı. İrkeneklerin ince ve sevimli sesleri, çekiç darbelerinin çınlayan tınıları arasında eriyor, etrafa saçan kıvılcımlar, parmak boyundaki bu insanımsı varlıkları eğlendiriyordu. Hepsi, gözlerini fal taşı gibi açmış, Abdullah’ın demire şekil vermesini istiyordu. Demir yediği darbelerle eğilip bükülüyor ve özünde tasarlanan hale yavaş yavaş ulaşıyordu, tıpkı diğer varlıklar gibi. Abdullah, kendi babasını ve annesini tanımadan büyüdü ve başkalarına anne dedi. Hiç görmemişti onları ancak hiç unutamadığı biri vardı, o tüccar. Hatırladığı kadarıyla, bir ticaret erbabına göre daha heybetli ve güçlü duruyordu. Yüzünde, cenk meydanlarının kanlı anılarını haykıran yara izleri vardı. Sakalı bir tutam ve kapkaraydı. Bakışlarındaki kararlılık ve sükûnet, anlamasını bilenler için nice şeyler anlatıyordu. Muhtemelen annesi, oraya bırakmış olmalıydı onu. Dımışk yakınındaki dağlarda yaşayan devler, memalik kadınları yahut çocuklarını kaçırırlar ve afiyetle yerlerdi. Çarşıdaki esnaf ve civar handaki insanlardan sık sık duymuştu küçükken ve belki de onlar için bir hilkat garibesi olduğundan, kader onu bu dehlize hapsetmişti. Şimdiyse, kendi türü ve onlar gibi nicesini avlayanlar için envai çeşit silahı bin bir zahmet ve ustalıkla imal ediyordu, tüm hayatı bundan ibaretti.

Arada sırada onu görmeye gelen Sadi Baba ve anası Aişa dışında kimsesi yoktu. Üç aydır ise, çalıştığı bu kasvetli imalathane onun için bir panayır yerine dönüşmüş, küçük yardımcılarının birbirinden şaşkın ve sevimli halleri demir dövmekten sertleşmiş yüreğini eritivermişti. Bu kavmin her bir üyesi birbirinden sevimli ve köseydi. Görünüşleri küçük birer küçük anımsatıyordu. Binlercesi öyle uyumlu çalışıyordu ki,  yaptıkları hiçbir işte hata yapmıyorlardı. Sanki hepsi birbirinin aklını okuyordu. Onlarca küçük el bir olup ağır kütükleri ocaklara taşıyor, her ocağın başında da bir düzinesi körüklerin üzerinde zıplanarak eğleniyor, ocakları harlıyordu.  Simya masasının üzerine çıkmış, katmerli demirlemeden geçen kargı ve kılıçların üzerine envai çeşit simya karışımı dökerek sağlamlaştırma işlemine devam ediyordu. Bir yandan çalışırken, geceyi mutlulukla dolduran seslerini duymak ve onları izlemek Abdullah’ın yegâne eğlencesiydi. Sabah ezanına daha vardı, bu da demek oluyordu ki, uyumak için henüz çok erkendi.

Arılar gibi çalışan cüceleri izlerken, Sadi Baba’nın demirci dükkânı ile imalathaneyi birbirine bağlayan tünellerden ayak sesleri duydu. Bunlar ne Aişa Anne’ninkilere ne de Sadi Baba’nınkilere benziyordu. Daha temkinli ve kurnaz ayak sesleriydi bunlar. Tünel koridoruna yapılmış odaları geziyordu. Sesler bir zaman sonra sustu, belli ki odalardan birine girmişti ama dışarıda çıkmıyordu. Abdullah’ın sustuğunu fark eden parmak adamlar da susmuş, onu izliyorlardı.

Sesler tamamen susmuştu, belli ki bir kedi girmişti içeriye. Bakmaya çok da ihtiyaç duymadı, yaptığı işe, demiri ocakta tekrardan ısıtıp dövmeye devam etti. O kızıllıkla gözleri tekrar buluştuğunda, usunun alengirli köşelerinde geçmişin sesleri, renkleri ve kokuları hayat bulmuştu. Çocukken, dışarı çıkabildiği ve insanların arasında gezebildiği zamanlar da yok değildi. Babasının çırağı olduğu zamanlarda, Sultan’ın emriyle orduya silah üretmek için ve silahları geliştirmek için sefere gitmişlerdi. Şehzade Turanşah başlarında olduğu halde, üzerlerine saldıran Frenk kralının ordusuyla çetin bir savaşa katılmışlardı. Ordunun mevzilenip otağıların kurulduğu yerden, o mahşeri kalabalıktan, cenk meydanından ayıramıyordu gözlerini.

Gökteki bulutları haşyete getiren bir curcuna kopuyordu Dimyat’ta. Dili, dini farklı yetmiş iki milletten insan birbirini boğazlıyor, al kan toprağı doyurmak için yüzlerce damardan fütursuzca boşanıyordu. Atların kişneyişi, demirin şangırtısı kulakları sağır edercesine insana hücum ediyordu. Kanı donmuştu Abdullah’ın.  Çeliğin ve insanoğlunun ürktüğü sayısız mahluktan daha vahşi ve acımasız olduğuna ilk defa o zamanlar tanıklık etmişti.  Biçimsiz küçük bedeni ve gönlü titriyordu dehşetten. Tozun toprağa katıştığı, farklı lisanların buhar olduğu o meydanda bir er dikkatini çekmişti. Turanşah’ın hemen yakınında,  siyahlar içinde bir cengâver vardı. Yüzü görünmüyordu, geniş omuzlarına yerleşen kararlılık ve asalet karşısına çıkan ecnebi askerlerin titremesine sebep olacak cinstendi. Ne kalkanı ne de kılıcı vardı, sadece iki hançerle ve yayan halde çarpışıyordu. Bir yandan hem Turanşah’ı koruyor hem de düşman kralının önünde duvar ören neferleri biçerek yol açıyordu. Hançeri öylesine hızlı savuruyordu ki, rakibi olan kim olursa olsun kolunu dahi kıpırdatmadığını düşünürdü. Tek hamle ile Azrail’in soğuk ellerine teslim ediyordu karşısındakini. Frenk gemilerinden mancınıklar saldırıyor, gök cehennemi alev toplarının tehditkâr ışıklarıyla lekeleniyordu.  Bakışlarını bu sefer gökte dumanlı izler bırakan yanan kayalara kaldırmıştı. Bir tanesi de tam onların üzerine doğru geliyordu. Olduğu yerde kalakalmış, ne yapacağını bilmez bir haldeydi. İnsan yapımı göktaşı, tam ona isabet ettiği sırada, geçmişin büyüsü yok oldu. Daha önce duyduğu tıkırtılar daha da şiddetlenmiş ve onu mazinin hülyalarından uyandırmıştı.

Gür ve pes sesiyle kendi kendine, “Bir gidip bakayım, ne yahut kimdir bu gelen?” dedi. Ahşap kapıyı güçlü ve kalın kollarıyla hızlıca kavradı ve sonuna kadar açtı. Seslerin tünelin en sonundaki, sol kapıdan geliyordu, yani Çarklı Pusatları topladığı odadan. Devasa ayaklarıyla, zemini hafifçe titreterek ilerledi. Kapıyı döndüğünde, Divükeşler yani dev avlayan Hafızlar için yapılan zırhlı silahların önünde duran iç bunaltıcı bir karartı vardı. Görüntüsü muğlaktı, bir var olup bir yok oluyordu sanki. Sarı benizi çöl kumları kadar soluktu ve gözlerindeki parlak kızıllığı daha önce hiçbir mahlukta görmemişti. Abdullah belindeki kemerde taşıdığı kılıcı hışımla çekti ve “Sen de kimsin ve buraya nasıl girdin?” diye bağırdı karşısındakine. Yaratık, pis bir sırıtışla iç çekip gözlerini gözlerine dikti ve sonra bağışını eğerek onu selamladı:

“Bendeniz, çöl cinlerinden Mervan şehzade hazretleri! Dağ devlerinin şahı, babanız Kabir Şah beni elçi olarak göndermiş olup, size haber göndermemi salık vermiştir. Kendisi şöyle der; sen ki, koskoca Kabir Han’ın evladısın. Yıllar yılı düşmanlık edip, taam ettiğimiz o insanları bırakıp yanıma gelesin. Vaktiyle her dev şahının varisine verdiği bir vazife vardır. Vazife, bu dağların ilk hâkimi olan dev şahlarının kudsi pusatı, Gümüş Kargı’yı muhafaza etmektir. Nice insan ise bu silahın peşindedir ki, bizim soyumuza galebe çalabilsinler. Sana mahdumum olarak emrim şudur: Gelesin ve şah olmaya layık olduğunu bana gösteresin. Ben bu diyarı terk eylemezden evvel varisimin bana layık bir evlat olduğunu bileyim.”

Eğdiği başını gerisin geri kaldırmış ve muhatabının cevabını bekliyordu.            Sesindeki çöl rüzgarının ve kum tanelerinin tekinsizliği Abdullah’ta bir güvensizlik peyda etmişti.  Hem bunca sene onu arayıp sormamış ve sadece basit birer yemek olarak gördüğün bu insanlar, birçoğu dışlasa da Sadi babası ve Aişa anasını ona kol kanat germişti. Yöre halkına karşı onu her daim savunmuş ve koruyup kollamışlardı. Hayır, bunu yapmayacaktı çünkü o zaten ait olduğu yerdeydi. Kaf dağından gelen dostları, anası ve babası kafiydi.

“Mervan! Evvela hadsizlik edip, fakirhaneme girdin. Bu sebeple, seni dinlemem gerekir. Ahirinde, babam olduğunu söyleyen ve bana bakıp, beni büyütmüş olan bu insanlara ihanet etmemi nasıl bekler? Hem madem benim nerede olduğumu bilir, niye bunca zaman peşime düşmez de şimdi beni çağırır? Sana cevabım, hayır Mervan efendi. Bunu o şah olacak deyyusa ilet. Onun oğlu yoktur ve olmamıştır da.”

“Şehzade hazretleri, babanızın kesim emri var. Gelmeniz gerekir. Elçiye zeval olmaz, bana zor kullanmak mecburiyetinde bırakmayın.”

Mervan konuşurken, birkaç farklı ayak sesi daha duyuldu tünelde. Belli ki, bir tek Mervan yoktu ve böyle bir halin vuku bulacağı bilindiğinden maiyetindeki diğer çöl cinleriyle gelmişti. Meşalelerin cılız ışıkla aydınlattığı uzun tünelde beş çift kırmızı göz, alevlerden daha güçlü parlıyordu. Kapının oradan, ocak odasının orada toplanmış olanlara ve Mervan’a baktı. Kılıcını savurduğu gibi Mervan çaldı ancak cin o kadar hızlıydı ki, yerdeki taşlara çarptı. Hışımla döndüğünde altı çöl cinin ona doğru hızlıca ilerlediğini gördü. Sonra kılıcı tekrar öfkeyle savurdu. İçlerinden birisine isabet ve yaratık kulak yırtan çığlıklarla olduğu yerde büzülüp kıvrandı. Kesiğin olduğu yerden, kolundan kötü kokulu bir duman yükseliyordu şimdi ve kesiğin kenarları kum tanelerine dönüşüp yere dökülüyordu.

“Bizden ve Kabir Şah’tan kaçamazsın şehzade” dedi tıslayarak Mervan ve üzerine çevik bir gerinmeyle atladı. Sivri ve kirli tırnaklarını yarı devin boynuna geçireceği sırada, elçiyi boynuzlarından yakalayıp duvara doğru savurdu. Duvara öyle sert savurmuştu ki, hasmının izi duvarda çıkmıştı. Öte yandan, emirlerinin bu halde gören diğerleri tıslayarak karşılık verip saldırmaya hazırlanıyordu. Ocağın oraya, çöl cinlerinin arkasına kaydı bakışları devin. İrkenekler, ellerinde yeşil ince ve sivri bir şey tutuyor, kaşlarını çatmış olan biteni seyrediyordu. Öfkeleri onlara ayrı bir sevimlilik katıyordu ve eğer şu keşmekeş olmasa Abdullah gür bir kahkaha patlatabilirdi. Cinler harekete geçerken, binlerce parmak insanın savaş naraları ve ellerinde gül dikenleriyle koca cüsseli dostlarını korumak için atılması bir oldu. O küçük elleriyle, bir solup bir parlayan siluetlerin üzerine tırmanıyor ve ellerindeki gün dikenleriyle etlerini didikliyorlardı.  O kadar kalabalıklardı ki, geri kalanlarla uğraşmasına gerek kalmamıştı. Hepsi oldukları yerde öylece uzanıyorlardı. Kılıçla kolunu kestiği cine baktı ve kolu neredeyse dirseklerine kadar kuma dönüşmüştü. Eğer büyüyle müdahale edilmezse bu tamamen kumlaşana kadar devam edecekti. Said Baba’nın notları arasında görmüştü bunu. Hafızlar için bir zamanlar o da tıpkı kendisi gibi silahlar üretmişti.

İrkeneklerin reisi Tarbetu öne çıktı:”Onlara ne yapmamızı istersin?” diye sordu. Arap, elini çenesine doğru götürdü ve sıvazladı. “Salın.” dedi sakince. Cüce yığını davetsiz misafirlerin üzerinden indi ve geldikleri yere doğru ilerlediler.

Mervan’ın uzandığı yerden garip homurtular yükselmeye ve sapsarı bedeni seğirmeye başladı. Diğer cinlerde de aynı şey olmaya ve yavaş yavaş bir yere doğru sürüklenmeye başladılar. Hepsi Mervan’ın uzandığı yere doğru hareket ediyordu. Olanlara anlam veremedi ne dev ne de cüceler. Cinlerin eti birbiriyle kaynaşmaya ve iğrenç sesler çıkararak hareketlenmeye başlamıştı. Sarı bir et topu haline gelip deli gibi kıpırdanmaya başladığında nereden geldiği bilinmez bir rüzgâr, tüneldeki tüm meşaleleri söndürdü. Ortalık tamamen karanlığa gömülmüştü. Yanan demir ocaklarının ışığı tüneli aydınlatmaya yetmiyordu. Abdullah, tam önünde üç arşın boyunda bir şeyin tavana doğru uzandığını gördü. Hırlamalara sesleri öyle yüksekti ki, iki buçuk arşın boyundaki kendisi dahi korkudan donup kalmıştı. Karşısındaki canavar koca ağzını açıp ona kükredi ve devasa kırmızı gözleriyle onu taciz etti. İrkenekler korkarak kaçıştılar, şimdi karşısındaki devasa canavar ile baş başa kalmıştı.

İri burun deliklerinden, üfledi ve tünelde yine bir rüzgâr raks ederek esti. “Benim, sadece zavallı bir çöl cini olacağımı mı sandın? Kabir Şah, kadar zeki olmadığın aşikâr. Annen olacak o insan yüzünden tüm bu olanlar. Kirlenmiş kandan bir varis soyun devamını getirecek, başka çare yok. Sen de öyle ya da böyle gümüş kargıyı benimle korumaya geleceksin.”

Kırmızı gözlerinden ayıramıyordu gözlerini, karşısındakinin bakışlarının deliciliği onu olduğu yere mıhlamıştı. Gözlerine inen bir mahmurluk olduğunu sezdi. Direndi ama muvaffak olamadı. Karanlığın ortasında bir çift kanat sesi tünelin her köşesinde yankılandı. Sesin ardında, tüm meşaleler yandığında ne Arap Abdullah’tan ne de o yaratıktan bir iz vardı.

Sonraki İçerik

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz