En Çok Okunanlar

Benzer Başlıklar

Dile Benden Ne Dilersen

Gazetedeki iş ilanında verilen adres burasıydı. İki yüksek binanın arasında uzanan ince bir koridor. İki kişi yan yana belki yürür, belki yürüyemezdi.

Gerçi hiç aynı anda iki kişi yürümüş müydü, bilinmez. Öyle bir yere hiç benzemiyordu. On, yirmi adım sonra bitiveren bir çıkmaz sokak. Dükkânın tabelasının altında, tabureye oturmuş piposunu içen yaşlı adam dışında bomboştu.

Dile Benden Ne Dilersen. Dükkânın adı.

Uğur, ilerleyip ilerlememekte tereddüt etti.

İş bulamıyordu. Daha doğrusu kimse onunla çalışmak istemiyordu. Onda para kazanmak için gereken ışık eksik olmalıydı. Oysaki eli yüzü düzgündü. Gençti, 23 yaşındaydı. Sosyoloji diploması vardı. Saçları her zaman kısa ve yüzü her zaman tıraşlıydı. Yeni kıyafetler alamasa bile temiz ve düzgün giyinirdi. Mesela mevsim sonbahardı; üstünde rengi atmış kot pantolon, uzun kollu bej gömlek ve kahverengi hırka vardı. Alkolü ve sigarası da yoktu, zaten böyle alışkanlıklara ayırabilecek parasını bir süre önce ev kirasına vermişti.

Ev kirasını da yemeğe vermeye başlayınca…

Hayatta kalabiliyor olması bile tesadüfi gelen paralara ve konu komşunun yardımlarına bağlıydı.

Yani tereddüt etmek için aslında geçerli hiçbir sebebi yoktu. Karşısına çıkan her fırsata, iyi veya kötü, atlaması, dişleriyle boğazına yapışarak yere indirmesi gerekiyordu. İşler çirkinleşirse… Eh, koşarak kaçmak veya kaçamayıp yakalanmak şu anda onun için pek fark etmezdi.

Ayaklarını sürüyerek yaşlı adamın yanına geldi. Boğazını temizlerken kapının iki yanındaki parmaklıklı geniş pencerelerden içeriye de bakmaya çalışıyordu.

Dükkân neredeyse tamamen boştu. Raflarda ürünlerin olmaması bir yana, bel yüksekliğindeki masanın üzerinde kasa veya pos makinesi bile görünmüyordu. Kutu gibi bir yerdi zaten. En fazla 3-4 metrekare. Aklından geçen ilk düşünce şansına tükürmek oldu.

Adamsa bunu hayata geçirerek, genizden topladığı tükürüğünü diğer tarafa dönüp yere bıraktı ve “Eee?” dedi.

Kirli sakallı, 60’larının sonlarında gösteren, çiçek hastalığının geride bıraktığı izlerle ve tütünle lekelenmiş, hem yaşlılık hem de büyük ihtimalle sürekli dışarıda durmaktan kavrulmuş yüzüyle hiç tekin biri gibi durmuyordu.

“Şey… İş ilanı için geldim,” diye cevap verdi Uğur. Elindeki gazeteyi biraz yukarı kaldırdı.

Yaşlı adamsa “Hı hımmm,” diyerek gazeteye uzandı, alıp okumaya başladı.

Yaklaşık bir dakika adamın sayfaları çevirmesini izledi.

“İş ilanı…” diyerek bir daha şansını denedi.

Yine bir hımlama…

“Adım, Uğur. Daha önce…”

Adam sözünü kesti: “Evet. İçeri geçip çalışmaya başlayabilirsin.”

Hiç beklediği gibi bir görüşme olmuyordu. Yeniden gidip gitmemeyi düşündü. Ama paraya ihtiyacı vardı. “Maaşı konuşabilir miyiz?”

“Hı hımmm.”

Bir an astronomik bir rakam söyleyecek gibi oldu, vazgeçti. “Asgari ücret belki…” diyebildi. Fazla gergindi. Burayı sevmemişti.

“İçeride, rafta biraz var. Alabilirsin. İhtiyacını görür.”

Olay iyice saçma bir yere gidiyordu.

Uğur orada dikilince yaşlı adam gazeteyi katlayıp kalçasının altına sıkıştırdı. “Geçsene.”

“Şey…”

“Geç geç…”

Arkasını dönüp yolun diğer ucuna baktı. Dönüp koşsa?

Onun yerine kapıyı açtı. “Gelip bana ne yapacağımı anlatmak istemez miydiniz?”

“Ne gerek var ki? Alt tarafı burası yerine içeride duracaksın. Git sandalyeye otur.”

Korktuğu gibi olmadı. Yani kimse arkasından gelip silah çekmedi, böbreğini çalmadı veya uyuşturucu mafyası içeri girip çanta değiş tokuşu falan yapmadı.

Rafın üzerinde de kirasını karşılayacak, hatta akşam yemeğini çıkaracak kadar para vardı.

Ve her şey yaşlı adamın dediği gibi oldu. Geçip oturdu, birileri gelsin diye bekledi. Sonra beklemeye devam etti. Beklemekten sıkıldığında biraz daha bekledi. Pencerenin önünde yürüyen insanları görmeye başladığında birkaç saattir orada oturuyor olmalıydı.

Kaç tane yeşil montlu kişi göreceğini saymaya başladı.

Sıkıldı.

Kırmızıları denedi, içi geçer gibi oldu veya cidden uyudu çünkü herkes kırmızı montlu gibiydi.

Cama gidip dışarı baktı.

İnsanlar gelip geçiyordu. Hem de bir sürü.

Çıkmaz sokakta?

Pencereyi açtı, kafasını iyice parmaklıklara yasladı. Soğuktular. Biraz daha kendine geldi.

Burnuna deniz kokusu geliyordu. Tuzlu, yosunlu. Arkada balık kokusu da vardı.

İnsanların uğultularını dinledi.

Çıkmaz sokakta…

Yüzüne güneş vuruyordu.

Güneş?

Kafasını kaldırıp yukarı baktı. Bulutlar ve arasından sızan güneş.

Karşısındaki bina, karşısında olması gereken bina, girerken orada yükselen bina…

Bir limana bakıyordu. Geniş yolun öte tarafı alabildiğine deniz.

Kalbinin atışı odada yankılandı.

***

Kapı açıldığında içeriye sıcak hava doldu. Alnından gömleğinin yakasına ter damlaları akan, koltuk altındaki evrak çantasını düşürmemeye çalışan bir müşteri gelmişti.

Çantasının derisi aşınmıştı. Demek ki alt kademelerden bir çalışandı. Ceketini almadığına göre çalıştığı yer yakınlarda olmalıydı.

Uğur’un yeni oyunu buydu: Gelen insanların ne istediklerini bilmeye çalışmak.

Bu adam… Terfi belgesi alacaktı.

Karşılığında… Evrak çantasına sığmış olabilecek bir şey… İlk çocuğunun -kesin birden çok çocuğu vardı- yazdığı şiiri verecekti.

Adam masasının karşısına geldiğinde rafların bir kısmı dolmuştu bile. Neler neler vardı: Bir futbol topu, yan yana duran iki yeşil plastik oyuncak asker -biri ayakta tüfeğiyle nişan almış, diğeri yerde sürünüyor-, bu adama ait gibi görünmeyen balerinli bir müzik kutusu, bir sürü gencin güldüğü bir fotoğraf -sağdan ikinci, bir kıza sarılmış ve saçları jöleyle geriye yatırılmış, deri ceketli ve yakışıklı çocuk bu adamı andırıyordu-, birkaç kitap -isimlerini okuyamıyordu-, kurutulmuş bir çiçek buketi…

Adam çok rahatsız duruyordu. Hepsi öyle olurdu zaten. Uğur gülümseyip nasıl yardımcı olabileceğini sordu.

Çantasından çıkardığı beyaz bir zarfı uzatan adam, “Şunu bırakmak istiyorum. Karşılığında ne alabilirim?” diye sordu.

Uğur tahminin doğru olduğuna sevinecekken, zarfın üzerindeki hastane damgasını gördü. Gayriihtiyari kaşlarını çattı.

Doktor raporu.

“Ben ölüyorum,” dedi adam. “Hastalığımı bırakmak istiyorum.”

***

Tekrardan insanların uğultusunu duyabilmeye başladığında, yani kalbinin atışının yatışıp duyduğunun yakınlardaki bir pazardan, belki bir balık pazarından geldiğini ayırt edebildiğinde kapıyı açmayı denedi.

Açamadı.

O zaman bilmediği şey, dükkânın bu sefer onun ihtiyacı için hareket etmediğiydi.

Arkasında bir telefonun sesini duyduğunda resmen kapıya yapışıp tırmalamıştı. Odada telefon yoktu!

Ama oradaydı işte.

Telefon, titreyen elleriyle açıncaya kadar susmadı.

“Merhaba!” diye çığlık attı kadın. “Sonunda açabildin. Alo? Alo?”

“Alo?”

“Merhaba tatlım! Dile Benden Ne Dilersen’e hoş geldin! İşteki ilk günün hayırlı olsun. Birazdan ilk müşterini yönlendiriyoruz. Sıkı tutun ve pantolunun belini kontrol et! Hahaha!”

***

İnsanların hepsinin açgözlü olduğunu düşünmek kolaydı. Birkaçını gördüğünüzde hepsini gördüğünüzü sanmak da.

Uğur “Bir saniye,” diyerek ahizeyi kaldırdı. “Alo?”

“Dinliyorum tatlım! Noldu?”

“Burada bir beyefendi var. Hastalığını bırakmak istiyor.”

“Evet?”

“Öyle işte, hastalığını bırakacakmış.”

“Hahaha! Yaratıcı ol tatlım!”

“Hay ben sizin yapacağınız işe…” diye homurdandı ve ahizeyi yerine koydu.

***

İlk müşterisine verdiği hizmet tam bir faciaydı.

Kocaman şapkalı ve güneş gözlüklü, pardösülü bir kadındı. Filmlerdeki tanınmak istemeyen aktrislerin kötü bir taklidi. İçeride çığlık atan biriyle karşı karşıya geldiğinde onun da ödü patlamıştı.

Ama Uğur’u korkutan o kadın değildi.

Kapı açıldığı anda raflardan birinde bir cenin belirmişti. Hemen başının yanında.

Kadın suratına bir alyans fırlattı ve cenini kapıp dışarı kaçtı.

Uğur kapı kapanmadan yetişemese bile bu sefer dışarı çıkabilmişti. Sabah gördüğü yaşlı adamın kucağına yığıldı.

***

“Size yardımcı olmak beni çok mutlu edecek ama hastalığınızı nasıl bırakmayı düşündüğünüzü sorabilir miyim?”

Adam daha fazla terledi. Boynu kızarıyordu. “Raporu versem yeteceğini düşünmüştüm.”

Uğur ağrı kesici bulma umuduyla raflara baktı. Ne yazık ki burada işler öyle yürümüyordu. Her seferinde bir kişi. Şakaklarını ovuşturdu.

“Lütfen… Sadece bırakıp gideceğim. Bir şey almasam da olur. Lütfen…”

Masanın arkasına geçip adamı yanı başında beliren sandalyeye oturttu. “Tamam, bakalım size nasıl yardımcı olabileceğim. Bana hastalığın nasıl bulaştığını anlatın.”

***

Sandalyeye oturtulmuştu ve şimdi ayakta olan yaşlı adam tarafından gazeteyle yelleniyordu.

“Sen de amma kof çıktın ha!” dedi yaşlı adam.

Uğur o anda bilmiyordu ama bedeninde epey bir sakinleştirici dolaşıyordu. Yaşlı adam uzun uzun konuştu. “Adımı bile içeride bıraktım ben,” dedi bir ara, “o yüzden artık çalışamıyorum. Bağımlılık yapıyor.” Sonra, özür dilememiş bile olsa onun yerine geçebilecek bir şeyler de söyledi. “Sabah, hı hımm, sabah sana işle ilgili bir şey diyemedim. En son içeriyi de içeride bıraktım. Orada ne olduğunu biliyorsam na burada gebereyim. Gerçi galiba onu da bıraktım. Tam hatırlamıyorum.”

Uğur soru soramıyordu. Ağzı pelte gibiydi.

“Yarın gelecek misin?” demişti yaşlı adam, en son. Cevap alamadı. Uğur biraz kendine geldiğinde kalkıp oradan gitti.

Evine girmek üzereyken ev sahibiyle karşılaştı. Cebindeki paradan sayarak kirasını ödedi. Buzdolabı bomboştu. Kalan parasıyla dışarı çıkıp iskender yedi. İki porsiyon. Muhteşem kokuyordu. Yanında kola ve güzel bir kaşık salata. Döktükleri köpüklü yağın cızırtısı doyduktan sonra bile kulağından gitmedi.

Daha başka şeylere de ihtiyacı vardı. Bir motosikleti olsa fena olmazdı. Cep telefonu, belki bilgisayar, geniş ekran -hatta ekranı kıvrılanlardan, 4k, hayır 8k- televizyon, internet… İnterneti yoktu, yeni elbiseler, geçen gördüğü kol saati…

Hepsine sahip olabilirdi.

Ertesi sabah elbette işinin başına dönmüştü. Yaşlı adamla göz göze bile gelmedi.

Raflar artık dünkü gibi değildi. Dopdoluydu. Çoğunlukla para ve oraya sığabilecek, aklına gelen her şey.

En güzeli de, müşteriler geldiğinde kaybolsalar bile, gittiklerinde yeni şeyler eklenmiş olarak geri geliyorlardı.

***

“Anlıyorum. Sanırım hastalığı kapmanıza sebep olan bir nesneyi bırakabilirsiniz. Uçak biletiniz buralarda bir yerdeyse önce onu almayı deneyelim. Ufak bir istisna yapayım.”

Uğur’un aklına başka bir fikir gelmemişti. Hiç tanışmazlarsa hastalık bulaşmaz ve adam kurtulurdu. Gerçi garantisi yoktu. Denemek gerekiyordu.

Hem zaten adam ona âşık olmuş olamazdı ki. Yalnızca bir ay yaşadığı, aylar önce bitmiş bir ilişki.

“Olmaz,” dedi adam. İnsanları tanıdığınızı düşündüğünüzde…

“Size yardımcı olmak istiyorum. Buraya gelmek için başka şansınız olmayacağını unutmayın.”

Adam o anda sanki birkaç santim kısaldı. Birkaç santim zayıfladı. Birkaç santim öldü. Uğur’un kolunu sıkarak sandalyeden kalktı. Vedası buydu.

Diğer müşteriler, günler geçip gitti ama evrak çantasıyla rapor Uğur onları atana kadar orada kaldı.

Adam mutlaka bir şey bırakmış ve bir şey almış olmalıydı. Ne olduğunu Uğur görememiş olsa bile.

***

“İyice benim gençliğime benzedin evlat. Hı hımm. Aynı ben.”

Motorunu yaşlı adamın yanına park ettikten sonra anahtarı uzattı. “Bir tur atmak ister misin?”

“Sen benim sandalyemi ister misin? Ya da boş ver. İleride oturursun zaten.”

Daha kapıyı açarken aklı başka yere kaymıştı. Şimdi neye ihtiyacı vardı? Sabah kahvesini içmemişti. Evet, güzel olurdu.

İçerisi yeniden, ilk geldiği günkü gibi boştu.

O adam gittiğinden beri bazı günler böyle oluyordu.

Şöyle güzel, kremalı bir kahve istiyordu.

Bu sefer karşısındaydı.

Ama şimdi diğer rafların boşluğu daha fazla gözüne batıyordu.

Eksik olan neydi?

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz