“Ne bu gürültü gecenin şu saatinde?”
“Aman bey, boşver. Durup dururken dalaşma şununla.”
Dalaşmamak çozum olabilirdi ancak Necmi komşuluğun bir adabı olması gerektiğine inananlardandı. Gecenin köründe böğürüp, kükreyen komşusundan yılmıştı. Her akşam aynı teranelere maruz kalıp, sadece duvar yumruklayarak veya avazı çıktığı kadar bağırarak geçiştiriyordu günleri. Normal gelmiyordu geceleri çıkan sesler, fakat gürültünün boyutunu, encamını hesap ederek, insan azmanı bir üst komşusu olduğuna kanaat getirmişti.
Komşularını taşındığı gün görememişler, ‘hayırlı olsun’ demek adettendir diye yemek falan götürdüklerinde kapıyı defalarca çalmışlar; ancak kimse açmamıştı. Taşınmasını takip eden ikinci aya kadar bu gürültüye aşağıdan bağıra çağıra tepki vererek zamanı geçirdikleri, yukarıdan kükreme, gümleme, böğürme sesleri kesilmediği için umursanmadıklarını düşünmüşlerdi. Necmi, karısının uyarısını son kez dinlemeye karar verdi. Yatağına yatarken bir yandan saatini kuruyor, öte yandan söyleniyordu:
“Böyle gürültü olmaz canım. Hayır, herifi göremiyoruz ki uyaralım. En son polis çağıracağım ama bu defa da karakol, mahkeme uğraş dur.”
Söylenerek yatışın ödülü, gece boyu rüyasında izbandut olarak vehmettiği komşusuyla uğraşmasına vesile oldu. Sabah alarmdan önce kalkmayı başaran Necmi, epeydir yaşamadığı bu başarıyı yüzünü yıkayarak kutlarken, bir yandan da ev ahalisini uyandırmadan hızlıca giyinip, işe gitmeyi planlıyordu. Sabahın halüsinatif sessizliğinde gömleğiyle, pantolonunu giymiş çoraplarını arıyorken merdivenden usulca inen iki pamuk ayağın sesini duydu. Birden bire bu adımların üst komşusuna ait olabileceğini düşünerek kapıya koşturdu. Gözetleme deliğinden tıfıl, gözlüklü, yüzünde tüylerden bir araya getirilmiş pek organize olmayan bir askeri birliği anımsatan top sakal, düğmeleri boğazına kadar iliklenmiş gömlek, haki renk pantolonuyla silik bir adamın indiğini gördü. Tüm büyüleyici sessizliği bozan “çatırt” sesiyle kapı koluna yüklendiği gibi aynı hışımla çıplak ayaklarıyla kapının dışına çıktı.
“Pardon… Paaaardon ! Beyefendi sıze diyorum, nereye gidiyorsunuz?”
Kendinden emin gözükmeyen tavırlarıyla hızlıca kaçmaya çalışırken, işittiği soru üzerine bir merdivenden aşağıya, bir Necmi’ye bakıp şaşakalan adam, o an verilebilecek en doğru cevabı verdi:
“İ-i-i-i-şe gi-gi-gid-iyorum. Bi-bii-bir so-so sorun mu var?”
Kekeleyişin bitmesini saygıyla bekleyen Necmi doğrudan konuya girdi:
“Acaba üst katımıza taşınan sız mısınız beyefendi?”
“E-ee-vet!”
Necmi kaşını da kaldırarak, üst perdeden küçümseyici şekilde sordu:
“Bir adınız da var umarım?”
“Şş-şeey a-a-ad- ım Vo-vo-vol-kan.”
Muhatabının sürekli kekeleyişi, alttan alan tavrı, pısırıklığı, bir kavga çıkması halinde rahatlıkla alt edeceğine olan inancıyla birleşince birden konuşmada ikinci çoğul şahıstan, tekilliğe geçme cesaretiyle doldu Necmi. Ne de olsa hasını zayıftı. Kudretli olanın kendisi olduğunu göstermek adına eline fırsat geçmişti.
“Benim adım da Necmi, alt komşunum. Ya birader, gecenin bir körü bağırış, çağırış, böğürtü, kükreme ne varsa doğrudan aşağıya iniyor. Kaç aydır duvara, kalorifer borularına vuruyoruz, kapını çalıyoruz. Çocuklar uykusundan uyanıyor. Mesaimiz var uykusuz kalıyoruz. Hiç mi utanman, çekinmen yok?”
Volkan boynunu öne eğdi. Mahcubiyeti gömleğini dalgalandıracak kadar hassas bir titreşimi başlatmıştı. İyice ezilip büzülerek konuşmaya çalıştı:
“Ççç-ççok ö-öö-öö-zür diii-diilerim. B-be ben… “
Komşusunun sozun devamını getirmesine müsaade etmeyecekti. Kızgınlığından değil, daha çok adamı konuşmaya zorladıkça ona işkence ediyormuş gibi hissettiğinden araya girip kestirip attı.
“Tamam, Volkan kardeşim. Sorun değil. Bir daha yapmazsın olur biter. Hadi hayırlı işler!”
Sözleri biter bitmez, içeri girip kapıyı da suratına kapatınca Volkan’ın tüm özür cümleleri, ardından sebebi açıklamaya dair girişimleri tuzla buz olmuştu. Necmi, karısını uyandırıp üst komşuyu payladığına dair böbürlenmeyi de istiyordu ama dünya yıkılsa evin açılış saatine kadar uyanmayacak olan karısını kendi haline bırakıp, işine doğru yollandı.
Sabah yaşadıklarının ardından işe giderken düşünceler sarıvermişti adamı. Çok mu hoyrat davranmıştı acaba? Belki de çok uzun sürse de adamın söylemek istediklerini dinlemeliydi. Ayrıca bu kadar tıfıl bir adamın nasıl olup da bunca gürültüyü çıkarabildiğini aklı bir türlü kesmemişti. Mesai bitene kadar kendini oyalayan bu düşünceler arasında, işini de yarım yamalak yapmış, fakat mesainin bittiğini fark ettiği anda bütün düşünceler aklından silinip uçarak işyerini terk etmişti.
Eve girdiğinde hava çoktan kararmıştı. Karısı sofrayı hazırlarken o ellerini yıkadı. Çocuklar şenlikli bağırış, çağırışlarıyla masanın etrafında koşturuyorlardı. Masaya tabaklar yerleşirken, sabah es geçmek zorunda kaldığı böbürlenme anının şimdi geldiğini fark etti:
“Aysel, sabah ne oldu biliyor musun? Bizim bu üst komşuyu gördüm. Ya kekeme, tıfıl, ufak tefek, sarsak bir tip. Birazcık payladım. Özür diledi. Anlayacağın, artık daha dikkatli olur, biz de rahat rahat uyuruz.”
“Haaa iyi bela bir tip değil yani. Eh hayırlısı olmuş. Ellerini yık…”
Kadıncağız cümlesini bitiremeden, Necıni’nin forsunu yerle yeksan eden bir kükreyiş koptu yukarıdan. Karısına bu kadar hava atmış olmasa, diğer günler olduğu gibi duvara vurmakla veya aşağıdan bağırıp, çağırmakla yetinebilirdi. Velakin zamanlama, kendi gururunun parçalanışı, üstelik bunun tıfıl komşusu tarafından yapılıyor olması adamın küplere binmesine yetti.
“Ulan şimdi görürsün sen!”
Kocasının bağırarak bir anda dışarıya fırlamasını gören Aysel boş yere bağırıyordu arkasından. Hep gazetelerde görmüyorlar mıydı? Televizyonlarda, orada burada beş para etmez saçma konulardan ne cinayetler işleniyordu. Kadının aklı çıkmıştı yerinden. Necmi ise beş adımda merdivenleri tırmanıp kapıyı olanca gücüyle yumruklamaya başladı:
“Aç ulan kapıyı! Ahlaksız herif Bir de sabah özür diliyor. İnsanca rica ettik lan puşt! Aç kapıyı yoksa kıracağım. O gözlüklerini camekan yapacağım s*/-*>?!<-yüzüne.”
Kapısı kırılmak üzere olan Volkan’ın başka çaresi kalmamıştı. Sabah karşılaştığı komşusu konuşmasına izin verse bütün durumu samimiyetle izah edecekti ama şu an komşusunun niyetini sezdiği için daha da sinirlenmişti. Onu tıfıl gördüğü, kekeme konuştuğu için alaşağı edebileceğini düşünen içine maganda gizlenmiş tipik büyükşehir insanıydı herif. Kükremeler eşliğinde bütün kapı alevler içinde kaybolduğunda, yumruğu havada kalan Necmi, gördüğü manzara karşısında altına işese de sıcaklık sayesinde sidiği anında buharlaştı. Kapıyı iki buçuk metrelik bir ejderha açmıştı. Kükreyişi tükürdüğü alevden daha korkutucuydu:
“NE VAR ULAN NECMİ? KAFANI KOPARAYIMMI ŞİMDİ?”
Nefesin sıcaklığıyla birleşen genizden gelen yankılı ses, olduğu yere bayılmasıyla duyulmaz olmuştu. Adamcağız kendine geldiğinde dört köşesi altınlarla dolu, Varyemez Amca’nın evini andıran salonda bir sandalyelik boşlukta, sandalyenin üstünde tünemiş şekilde beklerken buldu kendini. Ejderha çıkış kapısına oturmuş, alt komşusunu süzmekteydi.
“Sabah izin verseydin anlatacaktık. Ama sen de tıpkı diğerleri gibi ‘insan’ olduğunu gösterdin. Sizin türünüzün hiç mi dinleme alışkanlığı yok?”
“Y-ya-ya b-be-ben se-se-ni-ii-n e-e-ejjj-d-d deer-ha-ha o-oo ol-d “
Ejderha olduğunu bilseydi bunları yapar mıydı hiç? Onu söylemeye çalışıyordu. Ancak Volkan, komşusunun yaptığı kabalığı yapmadan onu sonuna kadar dinledi. Bir ömür süren ağlaşmasının ardından sakinleşmesini sağladığı Necmi’nin dili açılmıştı.
“Se-sen nasıl e-e-e-ejderha oldun komşu? H-h-eep mi böyleydin?”
Burun deliklerinden bir duman haresi püskürten Volkan, altında boşluk kalan kısmına, kanatlarıyla bir miktar daha altın süpürüp iyice uzandıktan sonra dik dik bakmaya başladı komşusuna. Neden sonra tövbe etmiş görünümlü Necmi’nin sorusuna cevap vermek istedi. Aslında o da kendini anlatmak istiyordu.
“Hayır komşum. Aslında ben sabah gördüğün, küçümsediğin, sözünü kesmekte beis görmediğin o insandım eskiden.”
“P-peki ne oldu da bö-böyle oldun?”
Kendiliğinden yankılanan, derin dehlizlerin tortusunu ses tellerine yükleyen küçük ejderha anlatmaya başladı:
“Başlarda tamamen insandım. Ancak sokakta, işyerinde, markette, orada, burada beni gönlünün dilediğince itip kakan, küçük gören, ezen, dalga geçen insanlarla karşılaştıkça tuhaf şeyler olmaya başladı. İçimde biriken öfke, kartopundan çığa dönüşeceği yerde kıvılcımdan körüklenmiş ateşlere döndü. Öfkemi zincirlerinden kurtarıp dışarı çıkartamadığım müddetçe, içimde sakladıkça kendime zarar verdiğimi fark ettim. Yine de katil olamazdım. Sırf nefretimin açlığını bastırmak için insanlıktan çıkamazdım. Burası benim altıncı evim. İlk evimde ne kadar kendime engel olsam da, gelen baskıyı göğüsleyemedim. Gecenin yarısı ağzımdan ateş püskürmeye başladı. Sonrası mı? Sabahları eski adam, geceleriyse insanlara nefretini kusarak kendi bedenini değiştirip ejderha olan Volkan yani gördüğün yaratık geldi. Ejderha oldukça, insanlığımdan daha çok nefret ettim. Bir yönüyle de insanı anladım. Fakat bu halimle hiçbir evde dikiş tutturamadığımı tahmin edebilirsin. İnsanlara gözükmekten kaçmamın sebebi, nefretimin bariz bir açlığa dönüşmesiydi. Kapıyı açarsam, karşılık verirsem muhatabımı yok edeceğimden korktum hep.”
Onu hayretle dinledi Necmi. Sözlerini bitirirken söyledikleri kendisi için korkutucuydu. Çünkü Volkan kapıyı açmış, karşılık vermiş, nihayetinde onu salonuna hapsetmişti. Derdini anlattıkça rahatlamış gözükse de karşısında halen aç bir canavar duruyordu.
“B-bana ne yapacaksın?”
Volkan’ın kuyruğu altınların içine girip çıkıyor, gerilimi yükselten şıkırtı sesi Necmi’nin boncuk boncuk terlemesine sebep oluyordu. Keşke görünmez olmamı sağlayacak bir yüzüğüm olsa da şuradan kaçabilsem diye düşünüyordu. Ancak adam yüzüklerin efendisi olmadığı gibi kendi ömrü hakkında dahi söz sahibi konumda değildi. Volkan onun zihninden geçenleri okuyor, sivri dişlerinin gözükmesine sebep olan iğreti sırıtışıyla cevap süresini olabildiğince uzatıyordu.
“Normalde çok açım ve senin gibi hadsiz insanlara daha fazla tahammül edebilecek durumda değilim. Ama senden çok daha kötüsünü yapan insanlarla karnımı doyurmak varken sanam kıymak doğamla, onca söylediğim lafla çelişmek anlamına gelir. İçimde hala o eski insana dair parçalar var.”
“Yani?”
“Yani serbestsin. Ancak bir daha duvarlara vurduğunu, bağırıp, küfrettiğini duyarsam, gelip karın, çoluğun çocuğunla birlikte yerim seni. Anladın mı?”
“A-a-an-la-dı-dım”
“Çaktırmadan cebine attığın altınları da bırak oraya!”
Necmi, konuşmanın bütün gerginliği sırasında nasıl olup da o hikayesini anlatır ve kendine bakmazken aşırdığı altınları fark ettiğini çok düşünmedi. Canın her şeyden tatlı olduğu anlardı. Sadece altınları değil, cüzdanındaki parayı da oraya boşaltıp, koşa koşa aşağıya indi. Merdivenleri inerken bile isteye cebinde unuttuğu tek altın parayı okşuyordu. Ertesi gün herifçioğlu evden çıkınca zorla da olsa evine girer, muazzam altın yükünü toparlayıp kaçar, yeni bir hayat kurabilirdi kendine.
Kapıdan girdiğinde, eşinin meraklı bir şekilde onu bekleyeceğini, endişeleneceğini, polis, ambulans çağıracağını düşünürken evin tüm ışıklarının kapalı olduğunu fark etti. Yatak odasına doğru yürürken, çocuklarının minik horultularına, karısının kükreyişi karışıyordu. Üstünü başını değiştirmeden yatağa uzanıp Aysel’i dürttü. Öte yandan cebinde olduğundan adı gibi emin olduğu altın parayı karısına göstermek için arıyor ama bir türlü bulamıyordu. Homurtular eşliğinde uyanan kadın yüzünü bile ona dönmeden “Yine ne vaaaaar?” diye sızlandı.
“Aysel, Aysel sana diyorum.”
“Ne var Allah’ın belası. Yine ne oldu?”
“Yahu kızım üst komşumuz ejderhaymış. İki saat beni rehin tuttu evinde. Altın dolu ev. Cebimde de bir tane vardı ama… Yahu hiç mi meraklanmadın kocama bir şey oldu diye?”
Kadın, işittikleriyle bütün uykusu kaçmış, zıpkın gibi kalkarak yatakta oturuma geçmişti. Adama ters ters baktı. Necmi’nin elinde tuttuğundan haberdar olmadığı kitabın kapağına vurup adamı pijamasının yakasından tuttu:
“Bana bak manyak herif! Sana bir haller oldu. Üç gün önce o Nuriye karısının arkasından gidip kanadını tutuyorum diye poposunu elledin. Yok neymiş, peri kraliçesiymiş de kanadından tutup dilek dilemiş de, çoluğun çocuğun hatırına yuttum. İki gün önce kapıcıyı imp midir, imip midir ne boksa, yer altı zebanisi diye dövmeye kalktın, adamı dava açmamaya güç bela ikna ettik. Delirdin iyice, yeter artık. Kapat şu salak kitabını zıbar yat. Senin saçmalıklarına tahammül edecek takatim kalmadı anladın mı?”
Necmi çizgileri parlayan pijamasına, elinde tuttuğu kitaba bakıp, karısının tokadından önce gerçekliğin tokadını yedi. Ardından da kafasına bir tane karısı patlattı.
“Yarın işe gideceksin daha. Ejderha falan dinlemem hem boşar, hem akıl hastanesini ararım. Anladın mı?”
Necmi hayal kırıklığı içerisinde kitabı başucundaki komodinin üzerine koydu. Lambayı söndürüp, yorganı üzerine çektikten bir müddet sonra kükremesi gelen eşinin duymayacağından emin olduğu bir sesle söyleniyordu:
“Gerçek dünyadan nefret ediyorum!”