Eni kuru toprağın üzerinde oluşan gölgesine baktı. Daha önce gölgesini hiç bu şekilde görmemişti. Başının tepesinden vuran güneşten nefret ettiğini düşündü. Bulutsuz gökyüzünün cırtlak maviliği onu huzursuz ediyordu. O, ülkesinin göğünü kaplayan bulutlar nadiren aralandığında güneşi görmeye alışıktı. Aralıktan sızan güneş ışığı cennetten kaçıp gelmiş gibi görünürdü. Eni o zaman güneşi hayranlıkla seyrederdi. “Tanrı’nın mücevheri.” demişti ninesi güneş için. “O yüzden onu bulutlarla sarıp sarmalıyor.”
Zavallı ninesi, Tanrı’nın mücevherinin onları böyle yakıp kavurduğunu görseydi kahrolurdu. Eni, baskın gecesi ninesi öldüğünde çok üzülmüştü ama yurtlarından sürülüp kalanlar gibi perişan hallere düşmediği için onun adına mutlu oluyordu.
Su arama görevini üstlenenlerden biriydi bugün fakat saatlerdir aramasına rağmen bir damla su bulamamıştı. Bu sıcakta kuruyup gitmemesi için civarda büyük bir göl veya akarsu olması gerektiğini düşündü. Su sesi duyarım umuduyla durup etrafı dinledi. Ama hiç ses yoktu. Bunaltıcı sıcak sesleri bile buharlaştırmıştı. Rüzgâr dahi esmiyordu.
Eni’nin halkının inancında cehennem tasviri yoktu. “Tanrı yoksa orası cehennemdir.” derlerdi. Misyonerler, ülkesine gelip kötülerin gideceği cehennemi anlattıklarında bunu çok gülünç bulmuşlardı. Ama şimdi misyonerlerin cehenneminde olduklarını düşünüyordu. Anlatılardan farklı olarak etrafta bir tek insanı yutan alevler yoktu. Gerçi alevlere ihtiyaç da yoktu. Tepedeki güneş yalnızca bedeni değil ruhu da yakan bir hâle bürünmüştü. Eni’nin attığı her adımda yüreğinde taşıdığı canı eziyete dönüşüyordu. Ağlayacaktı fakat gözyaşının akmayacağına emindi. Kamptaki bebeklerin göz pınarları kurumuştu. Sıcağın sebep olduğu acıya direnen haykırışlarında bir damla gözyaşı yoktu.
Eni dik bir yamaca tırmanmıştı. Buradan etrafa bakıp bir su kaynağı görebilmeyi umuyordu. Fakat yamacın tepesine vardığında hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı. Yamacın öte yanı uçurumdu ve uçurumun kenarında bir adam dikiliyordu. Arkası Eni’ye dönüktü ve onun geldiğini henüz fark etmemişti. Eni sessiz adımlarla adama yaklaştı. Neden dönüp gitmediğini bilmiyordu. İçinden bir his bu adamdan zarar gelmeyeceğini söylüyordu. “Affedersiniz.” dedi Eni. Adam ani bir hareketle arkasını döndü. Kumral kıvırcık saçları ve koyu mavi gözleri vardı adamın. Sakalsız yüzü bir çocuğunkini andırıyordu. Gözlerinin etrafı kızarmıştı. Ağlamış olmalıydı. Kederle baktı Eni’ye ama bir şey demedi. Üzerinde kalın gezgin kıyafetlerinden vardı. Bu sıcakta böyle bir kıyafetin içinde olmak insanı çıldırtırdı lakin adam bundan rahatsız olmuşa benzemiyordu.
“Affedersiniz.” dedi tekrar Eni. “Etrafta bir su kaynağı var mı diye bakmaya gelmiştim. Bakabilir miyim?” dedi mahcup bir ifadeyle.
“Yoktur su Hesim diyarında,
Güneş çıkar sanki bağrında.” dedi adam.
Adamın sesini duyunca Eni’nin aklına yurdunda akan dereler geldi. Gönlünde bir özlem pınarı akmaya başladı. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Gözyaşları geri gelmişti. O billur sesi bir kez daha duymak istiyordu.
Adama birkaç adım daha yaklaştı. Yüzüne bir gülümseme yerleştiğini hissediyordu. Oysa bunu bilerek yapmamıştı. “Şair misiniz?” diye sordu merakla.
“Şiir lütuftur şairler için,
Bana lanettir üstünde dilin.” dedi adam.
Eni’nin kalbi hızla çarpmaya başladı. Eğer numara yapan bir şair değilse bu adam bir büyücüydü. Eni hayatında ilk defa bir büyücü görüyordu. Kurumuş dilinin iyice kuruduğunu hissetti. Öyle ki konuşmak istediğinde batıyor, canı yanıyordu. Kısa bir öksürük nöbetinin ardından kendini toparladı ve adama birkaç adım daha yaklaştı. “O halde bir büyücüsünüz. Hayatımda ilk defa bir büyücüyle tanışıyorum. Tanıştığımıza memnun oldum. Heyecanımı mazur görün. Benim adım Eni. Triine halkındanım. Halkım yani en azından onlardan geriye kalanlar yamacın aşağısındaki düzlükte. Onlar için su aramaya çıkmıştım.” dedi Eni. “Siz ne yapıyorsunuz burada?” diye sormadan edemedi.
“Kıymak için canıma geldim onca yolu,
Hak ediyor Yağmur Büyücüsü bu sonu.” dedi büyücü.
Eni’nin kalbi göğsünü içinden yumruklarcasına atmaya başladı. Adam “Yağmur Büyücüsü” demişti kendi hakkında. Yağmur Büyücüsü olduğuna göre yağmur yağdırabilirdi. Halkı için yağmur kurtuluş demekti. Ama büyücü canına kıymak istiyordu. Eni, zavallı adamı bu fikirden caydırmalıydı.
“Aman büyücü bey! Yani Yağmur Büyücüsü! Canım efendim! Canına kıymak da ne oluyor! Sakın aklınızdan geçirmeyin. Hayat kutsaldır. Önemlidir. Yaşamaya değer.” diye saymaya başladı Eni ama Yağmur Büyücüsü pek de etkilenmiş görünmüyordu.
“Triine ülkesini görmüş müydünüz? Görmemişsinizdir. Çünkü orada yağmur büyücüsüne ihtiyaç olmaz. Hep yağmur yağar. Her yer yemyeşildir. Her yerden küçük dereler çağıldar. Biz ülkemizi çok severiz. Daha doğrusu severdik. Artık oradan çok uzağız. Katledildik, kovulduk, sürüldük. Hem de komşularımız tarafından. Bu çölde yaşamaya mahkûm edildik. Benim halkım barışçıldır. Savaşmayı bilmez. Oysa bilmeliydik. Canlarımızı yitirdik. Bu çorak topraklarda acı çekiyoruz. Halkım hâlâ yaşama tutunmaya uğraşıyor. Fakat çok da zamanları kalmadı. Bebekler, çocuklar can çekişiyor.” dedi Eni ağlayarak.
Derin bir nefes aldı. “Kıymetli neyimiz kalmışsa size verebiliriz. Yeter ki bizler için yağmur yağdırın. Bir damla yağmura bile muhtacız.”
“Yaşlıydı ustam yakındı ölümü,
Zaman yok tamamlamaya büyümü.
Öğrendim ben yağmuru başlatmayı,
Beceremedim sonra durdurmayı.
Yağmur felaket oldu, istenmedim,
Gittiğim her yöreden gönderildim.
Artık büyü yapamam, ölmeliyim,
Sevgisiz ruhumu yok etmeliyim.” diye anlattı hikâyesini Yağmur Büyücüsü.
Eni koşarak gidip Yağmur Büyücüsü’nün ayaklarına kapandı. “Triine’de de yağmur hiç durmazdı. Biz hiç şikâyet etmezdik. Ne olur Yağmur Büyücüsü! Sen halkımın son şansısın. Sana söz veriyorum. Halkım seni bir gün istemezse ben de gelirim seninle. Yoldaşın olurum. Eğer şimdi atarsan kendini ben de arkandan atlarım. Kaderimi seninkine bağlıyorum. Bebeklerin susuzluktan ölümünü görmektense ölürüm daha iyi!” diye haykırdı Eni.
“Kader bağlanmışsa büyücünün sözüne,
O halde düğüm çözülmeli yağmur ile.”
Eni başını kaldırıp büyücüye baktı. Adamın mavi gözlerinden gözyaşları akıyordu. Eni’yi kollarından tutup ayağa kaldırdı. Birlikte uçurumun kenarına geldiler. Eni şimdi tüm çorak ovayı görebiliyordu. Halkının çadırları karşı tepenin dibinde kaderleri gibi yalnız ve talihsiz duruyordu. Ufukta tek bir bulut yoktu. Büyücü nasıl yağmur yağdıracaktı?
Yağmur Büyücüsü kollarını açtı. Eni’nin anlamadığı bir dilde konuşmaya başladı. Bakışları gökyüzündeydi. Sol elini kalbinin önüne getirdi. Avuç içi kesik izleri ile doluydu. Sağ elinde bir taş belirdi. Taş ile sol avucunu kesti. Bu sefer bakışları avucundaydı. Sözleri efsunlu bir hâl almaya başladı. Eni başının döndüğünü hissetti. Sert bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr büyücünün sesini çoğaltıyordu. Ufukta kapkara bulutlar belirdi. Hızla ovanın çıplak göğünü kaplamaya başladılar. Eni daha önce bu kadar hızlı hareket eden bulutlar görmemişti. Bulutlar güneşi kapadığında büyücünün avucundaki kan gökyüzüne yükselmeye başladı. Birkaç şimşek çaktı. Gök gürüldedi.
Eni burnunun ucuna yağmur damlası düşmesiyle irkildi. Yıllardır görmediği bir dostuna kavuşmuş gibi hissediyordu. Üzerine düşen yağmur damlalarını kucaklamak için kollarını açtı. Her yanı sırılsıklam olmuştu. Ama bundan hiç şikâyetçi değildi. Büyücünün etrafında dans etmeye başladı.
“Ve işte başladı yağmur, güneşi unut,
Yeşerir belki de içimizdeki umut.” dedi büyücü neşeyle dans eden kızı izlerken.