Çeviren: Bünyamin TAN
Bu, haftalarca tam aradığım türden bir mekândı, çünkü tamamen toplumdan izole olmak istediğim bir ruh halindeydim. Kendime olan güvenim azalmış, insanlarımdan bıkmıştım. Kanımda garip bir huzursuzluk vardı, beynimde verimsiz bir kuruluk. Tanıdık nesneler ve yüzler tiksinti verici gelmeye başlamıştı. Yalnız olmak istiyordum. Sahibi fazla çalışmış veya uzun süre aynı çizgide yaşamış her sanatsal zihnin yaşadığı bir ruh haliydi bu. Doğanın ona yeni otlaklar araması gerektiği işareti olarak gelir, geri çekilmenin gerekli hâle geldiği işaretidir.
Eğer boyun eğmezse, çöker, kaprisli ve melankolik hâle gelir, aynı zamanda aşırı eleştirel olur. Bir insanın kendinin veya başkalarının işi hakkında aşırı eleştirel ve ayıplayıcı hâle gelmesi her zaman kötü bir işarettir, çünkü bu, işin canlı kısmını, tazeliğini ve coşkusunu kaybettiği anlamına gelir.
Eleştirinin kasvetli aşamasına varmadan önce, hızla sırt çantamı topladım ve trenle Westmorland’a gittim; yalnızlık, taze hava ve romantik çevre arayışıma yürüyüşle başladım.
Bu erken yaz gezintim sırasında birçok yer buldum ki neredeyse aradığım koşullara sahipti ancak bazı küçük aksilikler karar vermemi engelliyordu: Bazen manzarayı beğenmedim. Diğer yerlerde ev sahibi kadına veya ev sahibi adama ani bir sevimsizlik besledim ve onlardan, bir hafta boyunca denetimleri altında geçirdikten sonra nefret edeceğimi hissettim. Bana uygun olabilecek diğer yerlerde istenmeyebilirdim, çünkü bir kiracıya ihtiyaçları yoktu. Kader beni bu bozkırdaki kulübeye sürüklüyordu. Kimse kaderi engelleyemez.
Bir gün deniz yakınlarındaki geniş, yol olmayan bir bozkırda kendimi buldum. Önceki gece küçük bir köyde uyumuştum ancak o köy çoktan sekiz mil arkamda kalmıştı. Zaten köye sırtımı döndüğümden beri insanlık belirtileri görmemiştim: Üzerimde güzel bir gökyüzü, taş ve fundalık höyükler üzerine esen serin, temiz bir hava vardı, düşüncelerimi bulandırmak için ise hiçbir şey yoktu. Fundalıkta ne kadar uzandığını bilmiyordum. Sadece düz bir çizgide devam ederek deniz kayalıklarına ulaşacağımı, belki de bir balıkçı köyüne varabileceğimi tahmin ediyordum. Sırt çantamda yiyeceklerim vardı. Genç olmam, yıldızlar altında bir gece geçirmekten korkutmuyordu. Lezzetli yaz havasını soluyor, kaybettiğim canlılığı, mutluluğu tekrar kazanıyordum; şehirde kurumuş beynim tekrar canlanıyordu.
Böylece saatler saatleri takip etti. Saatlerce adımladım, sabahleyin yaklaşık on beş mil kadar yol kat etmiştim ki uzakta, yalnız bir taş evin sert çatısını andıran kulübeyi gördüm. “Mümkünse orada kamp yaparım,” dedim ve adımlarımı hızlandırdım. Sakin, özgür bir yaşam arayışında olan biri için, bu kulübeden daha uygun bir şey olamazdı. Yüksek kayalıkların kenarında duruyordu, ön kapısı bozkıra, arka bahçenin duvarı okyanusa bakıyordu. Yaklaştıkça dans eden dalgaların sesi bir ninni gibi kulaklarıma vurdu, sonbahar fırtınaları başladığında ve deniz kuşları sazlıkların sığınağına kaçtığında nasıl gürleyeceklerse öyleydi. Önünde yayılan küçük bir bahçe vardı, etrafı yatmak isteyen biri için yeterince yüksek kuru taş duvarla çevriliydi. Bu bahçe, kırmızının baskın olduğu bir renk cümbüşüydü, diğer yumuşak tonlarda yetiştirilen gelinciklerin çiçeklenirken aldığı renklerdi, çünkü bahçede sadece bunlar yetişiyordu. Yakınlaştıkça, bu eşsiz gelincik koleksiyonunu ve pencerelerin temizliğini fark ettim. Ön kapı açıldı, bana doğru yavaşça gelirken, beni karşılamak için geri çekildiği anda olumlu izlenim bırakan bir kadın belirdi. Orta yaşlardaydı, gençken oldukça güzel olmalıydı. Uzun boylu, hâlâ formda, pürüzsüz ve temiz bir cilt, kendisine düzenli baktığının işaretiydi. Bu görünüşünün hemen ardından bana bir rahatlama hissi veren sakin bir ifadeyle karşılaştım. Sorduğumda, bana hem oturma odası hem de yatak odası sunabileceğini söyledi ve içeri davet etti. Onun pürüzsüz siyah saçlarına ve ferahlık hissi veren kahverengi gözlerine bakarken, konaklama konusunda çok titiz olmayacağımı hissettim. Böyle bir ev sahibesiyle, burada aradığımı bulacağımdan emindim.
Odalar, beklentimin çok üstündeydi. Etraflarında lavanta kokusu bulunan zarif beyaz perdeler, çarşaflar, kalabalık olmayan sıcak bir oturma odası… Sonsuz bir rahatlama nefesiyle sırt çantamı fırlattım ve odaları kiraladım.
Ev sahibesi, kızı olan dul bir kadındı, ilk gün göremediğim kızı, çünkü hastaydı ve odasına kapatılmıştı. Ertesi gün onu gördüğümde tanışmıştık. Hâlâ hastalığın izlerini taşısa da daha iyi olduğunu tahmin ediyordum.
Yemekler basitti ama tam damak zevkime göreydi, lezzetli süt ve ev yapımı çöreklerle tereyağı, taze yumurta ve pastırma… Doyurucu bir yemek ve çayın ardından halimden memnun bir hâlde erkenden yattım.
Mutluydum, bir o kadar da yorgun. Yine de hiç rahat bir gece geçiremedim. Bunun nedenini tuhaf yatağa bağladım. Aslında uyudum ama rüyalarla dolu gece yüzünden geç saatlerde, dinlenememiş bir şekilde uyandım. Kahvaltıdan önce bozkırda yürüyüş yapmak, beni canlandırdı ve iştahımı yerine getirdi.
Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inde gösterdiği gibi, genç bir adamın ilk görüşte âşık olabilmesi için öncelikle bazı zihinsel koşullar ve ağırlaştırıcı durumlar gereklidir. Şehirde, her saat başı yanımdan geçen birçok güzel yüz olmasına rağmen, sabah yürüyüşümün ardından kulübeye girdiğimde, ev sahibimin kızı Ariadne Brunnell’in tuhaf çekiciliğine karşı anında boyun eğdim.
Bu sabah biraz daha iyiydi. Kulübede konakladığım süre boyunca yemeklerimizi birlikte yiyorduk, bu sayede kahvaltıda bana eşlik edebildi. Ariadne, klasik anlamda güzel değildi, teni çok soluk beyazdı ve ifadesi ilk bakışta tamamen hoş olmamakla birlikte, annesinin daha önce bahsettiği hastalığı sebebiyle oldukça donuktu. Yüz hatları düzensizdi, saçları ve gözleri o tuhaf beyaz teniyle çok siyah görünüyordu ve dudakları Aubrey Beardsley’nin dekadans uyumları dışında hiçbir şeye benzemeyecek kadar kırmızıydı. Önceki gece gördüğüm fantastik rüyalarım ve sabah yürüyüşüm, bu modern afişlere benzeyen, hasta kız tarafından büyülenmeye hazır olmamı sağlamıştı.
Fundalığın tenhalığı, okyanusun şarkısıyla kalbimi özlemle doldurup sarstı. Göz alıcı gelincik çiçeklerinin ve fundalığın yüze çarpan uyumsuzluğu, kulübeye yaklaştığımda ürpermeme neden oldu ve son olarak bu tezatlardan oluşan tuhaf temsil, benim boyun eğişimi tamamladı.
Annesi onu tanıttığında sandalyesinden kalktı, elini uzatırken gülümsedi. O yumuşak kar tanesini sımsıkı kavradım. Bunu yaparken hafif bir heyecan üstümde dolaştı, bir an için kalbimin atışını durdurdu. Bu temasın onu da benim gibi etkilediği görünüyordu. Yüzünde beyaz bir alev gibi beliren berrak bir alaşım parladı, sanki bir alabaster lamba yanmış gibi yandı. Siyah gözleri bakışlarımız kesiştiğinde daha yumuşak ve nemli hâle geldi, kırmızı dudakları nemlendi. Artık canlı bir kadındı, öncesinde ise yarı ölü gibi görünüyordu. Beyaz ince elinin tanışma sırasında genellikle insanlardan daha uzun süre elimde kalmasına izin verdi, sonra yavaşça çekti, birkaç saniye boyunca kararlı gözlerle bana bakmaya devam etti.
Bunlar, engin kadifemsi gözlerdi, ancak gözlerini üzerimden kaydırmadan önce tüm irade gücümü emmiş, beni onun zavallı kölesi yapmış gibiydi. Derin, koyu su birikintilerine benziyorlardı, ancak beni ateşle doldurdular ve gücümü elimden aldılar. Sabah yatağımdan kalktığım gibi sandalyeme çöktüm.
Yine de iyi bir kahvaltı yaptım. Bu tuhaf kız pek bir şey tatmamış gibi görünse de, oldukça canlanmıştı, yanaklarında hafif bir renklenme vardı, bu da onu çok daha genç ve neredeyse güzel gösterdi. Ben buraya yalnızlık aramak için gelmiştim, ama Ariadne’yi gördüğümden beri sanki sadece onun için gelmişim gibi görünüyordu. Çok canlı değildi; aslında geriye dönüp düşündüğümde, kendiliğinden söylediği hiçbir şeyi hatırlayamıyorum; sorularıma tek heceli cevaplar verdi ve beni sözleriyle yönlendirmesine izin verdim; ama etkileyiciydi ve düşüncelerimi kendi istediği doğrultuda yönlendirdi ve gözleriyle benimle konuşuyor gibi göründü. Onu ayrıntılı bir şekilde tanımlayamam, sadece ilk bakış ve dokunuşuyla beni büyülediğini ve başka hiçbir şeyi düşünemediğimi biliyorum.
Beni ele geçiren hızlı, dikkat dağıtıcı ve yutucu bir hevesti, gün boyunca onun peşinde bir köpek gibi dolaştım, her gece o beyaz parlayan yüzü, o kararlı siyah gözleri, o nemli kırmızı dudakları hakkında rüyalar gördüm, her sabah önceki günden daha cansız bir şekilde kalktım. Bazen onun o kırmızı dudaklarıyla beni öptüğünü hayal ederdim, siyah ipek saçlarının boynumu sardığı teması titrerken hissederken, bazen de havada süzüldüğümüzü hayal ederdim. Onun kolları beni sarmış ve uzun saçları bizi iki kara bir bulut gibi sararken, ben sırt üstü yatıyordum ve çaresizdim.
O ilk gün kahvaltıdan sonra benimle fundalığa gitmeye karar verdi. Geri döndüğümüzde aşkımı dile getirmiş ve onun onayını almıştım. Onu kollarımın arasına aldım, öpüştük. Tüm bunların bu kadar hızlı gerçekleşmesini tuhaf bulmadım. O benimdi ya da daha doğru bir ifadeyle ben onundum, bir an bile duraksama olmadan. Ona, beni gönderenin kader olduğunu söyledim, çünkü aşkım konusunda hiç şüphe duymuyordum ve o da bana hayatını geri verdiğimi söyledi.
Ariadne’nin tavsiyesi üzerine ve aynı zamanda doğal bir çekingenlik nedeniyle aramızdaki ilişkinin ne kadar hızlı ilerlediğini annesine bildirmedim, ancak her ne kadar ikimiz de mümkün olduğunca ihtiyatlı davranmış olsak da Bayan Brunnell’in birbirimizle ne kadar sıkı fıkı olduğumuzu görebileceğinden hiç şüphem yoktu. Âşıklar, saklanma tarzları bakımından deve kuşlarından pek farklı değildir. Bayan Brunnell’den kızını istemekten çekinmedim çünkü o zaten bana karşı tarafını göstermiş, bana onu bahşetmişti. Onun hayattaki konumuyla ilgili bazı güvenceleri vardı ve bu nedenle sosyal konum söz konusu olduğunda evliliğimize gerçek bir itirazda bulunamayacağını biliyordum. Sağlıkları için bu ıssız yerde yaşıyorlardı ve diğer insanlardan bu kadar uzakta hizmet alabilecekleri bir hizmetçi bulamadıkları için hizmetçi bulundurmuyorlardı. Gelişim hem anne hem de kız için uygun ve hoş karşılanmıştı.
Ancak edebimden ödün vermemek için, itirafımı bir hafta veya iki hafta kadar geciktirmeye ve bunu itinalı bir şekilde yapabileceğim uygun bir fırsatı kollamaya karar verdim. Bu arada, Ariadne ile beraber keyif sürüp vakit geçirdik. Her gece, ertesi gün işe başlamayı düşünerek yatmaya çekildim. Her sabah da o rahatsız edici rüyalardan bunalmış bir şekilde uyandım, aşkım dışında hiçbir şeyi düşünmedim. O, her geçen gün daha da güçlenirken, ben onun yerini alıyormuş gibi görünüyordum. Delicesine âşık olmuştum, sadece onunla olduğumda mutluydum. O benim tek yıldızım, tek sevincimdi, hayatımdı.
Uzaklara gitmiyorduk. Ben en çok kuru çimenlerde yatmayı, onun parlayan yüzünü ve içimin derinliklerine işleyen bakışlarını izlerken uzaktaki dalgaların sesini dinlemeyi seviyordum. Tembelliğimi aşk yaptı sanıyordum çünkü bir adam yanında arzuladığı her şeye sahipse, bir kediyi taklit eder gibi güneşte uzanmaya meyillidir.
Şimşek hızıyla büyülenmiştim ancak hayal kırıklığım da bir o kadar hızlı oldu, zehrin kanımdan ayrılmasından önce uzun bir süre geçti.
Köye gelmemden yaklaşık iki hafta sonra bir gece, Ariadne ile keyifli bir dolunay yürüyüşünden sonra eve dönmüştüm. Gece sıcaktı, yatak odamın penceresini açık bıraktım ki içeri az da olsa hava girebilsin.
Her zamankinden daha fazla bitkin düşmüştüm, sadece çizmelerimi ve ceketimi çıkaracak gücüm vardı. Yorgun bir şekilde yatağın üzerine kendimi attım ve anında uykuya daldım; her zaman masanın üzerine konulan, sek içtiğim gece içkisini tatmadan… Bu gece ürkütücü bir rüya gördüm. Sanırım bir canavar yarasa gördüm, Ariadne’nin yüzü ve saçlarıyla, açık pencereye uçtu. Beyaz dişlerini, kırmızı dudaklarını koluma geçirdi. Korkuyu aklımdan, bedenimden uzaklaştırmaya çalıştım ama başaramadım; canavar, kanımı iğrenç bir keyifle emerken uyuşuk bir zevkle de esir alınmış, zincirlenmiş gibiydim.
Rüyadaymış gibi bakındım etrafa, yere uzanan genç erkek cesetlerinin sırasını gördüm, her birinin kolunun aynı bölgesinde, vampirin beni emerken kolumun üzerinde bıraktığı kırmızı işaretten onlarda da vardı. Son iki haftadır kendi kolumda böyle bir işareti gördüğümü hatırladım, hayret etmiştim. Aniden tuhaf zayıflığımın sebebini anladım, aynı anda uykulu zevkime bir anlık bir ağrı basıncıyla uyandım.
Vampir o gece acelesinden biraz fazla derin ısırmıştı, uyuşturucu içkiyi tatmadığımı fark etmeden. Uyandığımda onu gece yarısı, ay ışığında net olarak gördüm, siyah saçları dalgalanıp kırmızı dudakları koluma yapışmışken… Dehşetle çığlık atarak onu geri ittim, vahşi gözlerini, parlayan beyaz yüzünü ve kan lekeli kırmızı dudaklarını gördüm. Korku ve nefretimle geceye doğru koştum ve lanetli fundalıktaki o evle aramızda bir mil mesafe bırakana kadar durmadan delice kaçtım.