Hatıra
Aslında bir hatıra metni kaleme alarak Oğuzcan’a öylece veda etmek isterdim ama aramızda derli toplu bir metin kaleme alabilecek kadar anı biriktiremediğimizi hüzünle fark ettim. Ne yazık ki yollarımız benim hayatımın en kötü döneminde, onunsa son yıllarında kesişmişti. Kalemdaşlığa dayanan bir tanıdıklığa sahiptik, Fantas(an)tik Dergisinin sayfalarında birlikte yer alıyorduk. Yalnızca iki sayı yazabildiğim bu dergi onunla tanışmamızı sağladı. Sonra dergi çıkmaz oldu, siteye dönüşme sürecine girdik. O günlerde biyografik metinler ve edebi incelemeler çevirip çekmecemde tutmaya başladım. Dergidekilerle o arada hâlâ konuşuyorduk, site planları dışında bir grup yazar olarak akademik bir Tolkien kitabı hazırlamayı düşünmüştük. Tolkien kitabının hazırlanma sürecinde sunduğum makale gereken yeterlilikte değildi, bu yüzden kitaba dâhil olamamıştım. Onunla son konuşmalarımız da bu kitabın hazırlanış sürecindeydi. Bu söylediğim mesele ise çok uzun zaman önce falan olmadı, bu senenin başındaydı. Senenin sonuna doğru ise kara haberi aldık.
Bir öykücü, diğer bir öykücüye en iyi öykü yazarak veda edebilir. Ancak bir veda için yeterli mükemmellikte bir öyküyü yazabileceğimi hiç sanmıyorum. Onun yerine tutkunu olduğu Gotik Edebiyatın önemli isimlerinden hikâye yazarı Kenan Hulusi Koray’ın bir hikâyesinin incelemesiyle kendisine veda edebileceğimi düşündüm. Bilmem, sizler de bunu uygun görür müsünüz, sevgili kaari?
Var ol Oğuzcan! Sana ve Züleyha Hanım’a rahmetle…
Kenan Hulusi Koray’dan Bir Cinayet Hikâyesi
Yazarın Yaşam öyküsü
Kenan Hulusi Koray, 27 Mayıs 1906 yılında Fatih ilçesinin Çarşamba semtinde doğdu. Babası, Bulgaristan’da Macaroğulları adıyla tanınan bir aileye mensup Ömer Faruk Efendi, annesi Fatih’li hocalardan el-hâc Fevzi Efendi’nin kızı Gülsüm Hanım’dır. Lise yıllarına kadar eğitimi hakkında bir şey bilmesek de kayıtlarda, 1914 yılında Çarşamba İdadisine kaydolmasıyla başlayan eğitimi, 1925 yılında İstanbul Darülfünunu Felsefe bölümüne girmesiyle devam eder.
Darülfünȗn sıralarında okurken yazdığı ve Servet-i Fünȗn dergisinde yayımlanan hikâyeleriyle adını duyuran Koray, Meş’ale dergisinin çatısı altında toplanan “Yedi Meş’ale” edebi grubuna bu öykülerinin tanınırlığıyla katıldı. Dergi kapanıp da grup dağılınca 1929’da Servet-i Fünȗn, Hayat, İçtihat dergilerinde, 1929-1931 arasında Muhit, 1929-1930 arası Milliyet gazetesinde, 1931-1932 arasında Mektep, 1934 yılında Yeni Türk Mecmuası ve Bütün dergilerinde, 1934-1935 yılları arasında Haber Akşam Postası dergisinde, 1938’de Varlık’ta, 1939-1942 yılları arasında Yeni Mecmua dergisinde yazılarıyla yer aldı.
1934 yılında gazeteci olarak Vakit gazetesindeki çalışmasını askere gidene kadar sürdürdü. Terhisine 21 gün kala Adapazarı’nda vazifesini ifâ ederken lösemi ya da tifüs olduğu tartışmalı bir hastalıktan vefat etti. Öldüğünde henüz 36 yaşındaydı, kendisi Orhan Veli ve Ömer Seyfettin ile birlikte “36’lar Kulübünün” bir üyesidir. Komutanı, Kenan Hulusi’yi çok sevdiğinden “Üç Tayyare Şehidi” adlı şehitliğe gömülmesini ister, yazar bugün hâlâ orada yatmaktadır.
Kenan Hulusi Koray’ı artık bence hepimiz tanıyoruz. Daha önce Kenan Hulusi Koray üzerindeki Edgar Allan Poe etkisini incelemiştim. Bu sebeple yazarla bir bağ kurduğumu söyleyebilirim. Zaten bu yazıyı yazma nedenlerimden birisi de bu; Oğuzcan, ben, Poe ve Kenan Hulusi arasında ince bir iplikle bağlantı kurulabiliyor olmasıdır.
Yazarın seçme öykülerinin toplandığı Güzel ve Esrarengiz başlıklı bir öykü kitabı Laputa Kitap tarafından yayımlandı. Yazarımızın adının daha çok duyulmaya başladığı günlerde tüm eserlerini yayımlamak üzere kollarını sıvayan Karbon Kitaplar yayınevi Bir Yudum Su adlı öykü kitabından başlayarak Koray külliyatına hızlı bir giriş yaptı. Şu sıralar yayınevinin adı değişerek Kapra Yayıncılık oldu. Kenan Hulusi Koray kitaplarını bu yayınevinin adıyla raflarda bulmanız mümkün. Vacilando Kitap ise Koray’ın seçme öykülerini Bir Garip Adam başlığıyla yayımladı. Bir Garip Adam öyküsünü de yine yukarıda bahsi geçen yazımda incelemiştim.
Türk Edebiyatı Genç Sanat Dergisi, Kenan Hulusi Koray’ı kapağına taşıdı ve derginin 51.sayısı olan bu sayısında Korku Yazarı olarak Kenan Hulusi Koray adlı yazımla yer aldım. Türk Dili Dergisi’nin Temmuz 2023 sayısında Mehmet Berk Yaltırık’ın yazar hakkındaki incelemesi olan Korku Edebiyatımızın İlk Kalemi: Kenan Hulusi Koray başlıklı bir yazı yayımlandı. Kısacası geçmişteki Kenan Hulusi yazılarına dair daha geniş bilgiyi o yazıda bulabilirsiniz.
Kenan Hulusi Koray cephesinde bugüne kadar atılan adımlar -toparlayabildiğim kadarıyla- şimdilik bu kadar. Yazarın yayım durumuna kısa bir bakış attıktan sonra yazımızın esas konusu olan “Bir Cinayet Hikâyesi” adlı öyküye geçebiliriz. Öykü, Latin harflerinin kabulünden sonra Servet-i Fünȗn’un çıkmadığı zamanlarda, onun yerine çıkan Uyanış dergisinde 4 Nisan 1929 tarihli 18.sayıda yayımlanır. Konusu, adında oldukça açık bir şekilde okura ifade edilmiş olan bir cinayetin hikâyesidir.
Bir Cinayet Hikâyesi
Öykü 5 kısımdan oluşuyor ancak bu kısımlar sayfalar dolusu sürmüyor. Sadece öykünün mekânlarını değiştirmek için kısımlara ayrılmış. Bu özelliğinin sanki bir tiyatro oyununa ya da senaryo çalışmasına benzediğini düşünebilirsiniz. O bakımdan Koray’ın öyküyü bu şekilde ayırmayı tercih edişi tuhaftır. Belki de ilk başta metnin bir tiyatro oyunu olmasını planlanıyordu ya da öyküde yeni bir yöntem denenmek istemiş de olabilir.
Birinci bölümle birlikte öykü tıpkı Edgar Allan Poe’nun Kuzgun şiirinde yer alan “Bir daha asla” laytmotifine benzer bir laytmotif ile başlıyor; “İçerde yanık bir çam kokusu var. Ve yanık bir reçine…” Bu laytmotif, öykü boyunca her bölümde ufak değişikliklerle yer alıyor. Adeta öykünün ana imgesi haline geliyor. “İçerde küf rengi bir duman, yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine” ya da “İçerde yalnız bir çam kokusu, bir reçine ve küflü bir duman” gibi değişik halleriyle bulunsa da aynı laytmotif öykü boyunca bir imge olarak işleniyor. Bu imge öyküdeki kişilerin yaşadığı kulübeyi imliyor bize.
Bu kulübede, öykünün sonlarına doğru adının Osman olduğunu öğrendiğimiz bir arabacı, annesi ve babasıyla yaşıyor ki babasının adını da ancak sonlara doğru öğreniyoruz; Hasan. Öykünün sonuna kadar, en azından canlı olarak, yer alan kişilerin evi olan bu kulübeye, karın her yeri tuttuğu günlerde bir yolcu geliyor.
“Dışarıda, kapı hızlı hızlı vuruldu.
Kim?
Yolda kar var.
İçeri kim girecek?
Baba; gene ocağa doğru eğiliyor. Ne tuhaf adam. Üflemekten zevk alıyorsa bir şey denemez. Öyleyse öldüğü zaman oğlu göğsünü bir demirciye götürsün.
Bir yolcuymuş.”
Yazar, yolcunun nereden geldiğinin önemli olmadığını ekliyor. Çünkü Osman yolcuyu gideceği yere kadar götürecek ve verdiği bu hizmetin karşılığı olarak adamdan birkaç lira alacak. Bu yüzden önemli olan tek şey yolcunun nereye gittiğidir. Yolcunun kasabaya ineceğini öğreniyoruz ve evin genç oğlu Osman ile birlikte hazır olan at arabasını alıp yola çıkıyorlar. Osman’ın ihtiyar ana babası ise geride, yanık reçine ve yanık çam kokusu içerisinde kalıyor.
İkinci Bölüm
Bölüm arabanın karlı yollarda ufuktaki Güneş’e doğru gitmesiyle açılır. İki tekerlekli, iki hayvanın koşulduğu arabayı Osman sürmekte ve yolcu da onun yanında durmaktadır. Kar durmuştur ama hava yine de soğuktur. Yolcunun aceleci bir tavrı vardır, Osman’a kasabaya ne zaman varabileceklerini sorar.
“Araba kaç saatte gider kasabaya?”
Yolcu sordu.
“Bilinmez.”
“Nasıl? Arabanın kaç saatte gittiği bilinmez mi?”
“Dört saatte.”
“Çok.”
“Sustular.”
Osman bu suskunluk arasında yolcuya “Çok mu acelen var?” diye sorar ama yolcu cevap vermez. Sessizlik uzadıkça uzar, Osman da o sırada düşüncelere dalar. Adamın belki de zengin birisi olduğunu düşünerek onun karşısında kendisinin ne kadar fakir olduğunu aklına getirir. Gerisinde bıraktığı evinde hiçbir şeyi yoktur, ihtiyarlar dışında. Bir de yanık çam kokusu ve yanık reçine kokusuyla küflü bir duman vardır. Anlatıcı kokunun kış mevsiminin sonuna kadar süreceğini, yalnız bir çam ve yalnız bir reçine kokusundan ibaret olduğunu söyler. Yolcu ile Osman arasında yeniden bir konuşma başlar. Yolcunun yanında çok miktarda para olduğunu da aralarındaki diyaloglar sayesinde bu sırada öğreniyoruz.
“Hava çok soğuk değil mi?”
“Yoksa üşüyor musun?”
“Tabii… Sen üşümüyor musun?”
“Çalışan üşümez.”
“Bilmiyordum.”
Sustular.
“Çalışan üşümez. Ben arabayı koşuyorum. Onun için üşümüyorum. Fakat herhalde sen de üşümüyorsun.”
“Niçin?”
“Çünkü…”
İlave etti.
“Üstünde para var.”
“Ne biliyorsun?”
“Anlarız.”
Sessizlik yeniden ikiliyi avucuna alır. Çift atlı arabayı sürmeye devam eden Osman müşterisinin paralı olduğunu anladığında kendince bir plan yapar. Bu planın Osman’ın kafasında kuruluşunu yazar bize uzun uzun ve apaçık anlatmaz ama öykü kişileri arasındaki derin sessizlik, bize soygunun planlandığını hissettirir. Arabacı bu sessizlikte yolcunun üşümesinden başlayarak onun yalnızca soğuktan değil korktuğu için de üşüdüğünü düşünmeye başlar. Bir de çocukken dinlediği bir masalı anımsar; masal tesadüfen kendisini uzun bir yolculuğun içinde bulan, öldürüleceğini düşünen ve bu yüzden kendini savunmak için bütün gece uyumayan zengin bir adamla ilgilidir. Osman bu anımsamayı tuhaf bulur. Yaşadığı olay bu hatırayı tetikleyerek bilincinin üzerine çıkarılmıştır. O adamın masalını da düşünerek yolcuya sorar. Soruşunda bir sabırsızlık vardır.
“Sen korkuyorsun da galiba?”
“Hayır.”
İlave etti.
“Silahım var.”
Yolcunun silahlı olduğunu da böylelikle öğrenen Osman adamdan paralarını istese kendiliğinden verip vermeyeceğini düşünür. Ancak bir an silahlı olduğunu yeniden hatırlar, hiçbir bahane yokken adamın üzerine atılıp da adamı öldüremeyeceğini düşünür. Garip bir şekilde Osman adamı öldürmeyi, soyup paralarını almayı düşünmektedir ama öte yandan bahanesiz adama saldıramayacağını da öne sürer. Öldürmek ve hırsızlık onun için sorun değilken nedensiz birine saldırmak bir meseledir. Bu yüzden adamın üstüne atlayıp da paralarını alabilmek için bir bahane arar. Bir yandan da yolcu için üzülmektedir. Müstakbel katilimiz o kadar da profesyonel ve acımasız değildir. Arabacının bütün duyguları çetrefilli ve çelişkilidir.
“Yolcu o kadar iyi bir adamdı ki…”
Bahaneyi de çok geçmeden bulur, at arabasının yayı gevşemiştir. Bu 4 saatini alacaktır, yolcu buna itiraz eder. Oraya gelene kadar gayet soğukkanlı ve vakur olan yolcu birdenbire hiddetlenir ve arabacının mahsus yaptığını söyler. Arabacı sakin bir şekilde “Sen bilmezsin” diyerek adama yolu gösterip “Acele işin varsa yol işte. Apaçık” der. Yolcuysa iyiden iyiye sinirlenir.
“Hayır, mahsus yapıyorsun sen. Araba iyi gidiyor. Sen edepsizin birisin. Mahsus yapıyorsun sen.”
Bu sözlerin arkasından arabacı aradığı bahaneye kavuşur. Damarlarında artık kavga ateşinin yandığı deli kanı akmaktadır. Osman bunu da tuhaf bulur ama üzerine uzun uzun düşünmez. Kendisine edepsiz demiş bir adama derhal haddini bilmek ister. İki dakikalık kısa bir dövüşten sonra, işte, yolcu karların arasında baygın ve kan içinde yatmaktadır. Yolcunun parasını alan Osman arabayı eve çevirir. Laytmotif bir kez daha görünür.
“Araba gidiyor. Beyaz yollarda, yanık bir çam ve yanık bir reçine kokusuna doğru…”
Üçüncü Bölüm
Kulübede baba Hasan uyumaktadır, anne ise sobanın üzerine eğilip buğusuna yüzünü uzatmaktadır. İlk bölümün başında babayla görülen sahne, bu bölümde anneyle tekrar edilmektedir. İhtiyar babanın belki bir rüya gördüğü, annenin ise belki bu rüyayı zihninde düşündüğü gibi belirsiz bir cümle kurar yazar. Bu cümle tek başına Kenan Hulusi Koray’ın poetikasını açıklar gibidir. Onun edebiyatında her şey belirsizdir ve asla hiçbir şeyden emin olunamaz. Koray, gücünü bundan alır.
“İçerde ışık yok. Sadece bir duman. Kızıl ve alevli ve küflü bir duman. Sonra, yanık bir çam kokusu, yanık bir reçine…” İhtiyar başını mindere dayamış, tebessümü sakallarının ağarmış tellerine karışık, uyuyor.
Ana, ocak başındadır. İçerde yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine…
Kim bilir… İhtiyar belki de bir rüya görüyor. Önünde yollar var. Al ve değirmi bir kış güneşine doğru upuzun giden beyaz yollar. Sonra, yollar üstünde bir araba… Sanki geyiklerin çektiği bir kızak seri ve çalak kayıyor.
Düşünüyor ki, bu araba yarın dönecektir. Şimdi yüksek dağlar ardına, al ve değirmi batan bir güneşe doğru giden bu kızak yarın sabah doğan bir güneşe doğru koşacak. Ve arabacının dudaklarında bir hayat türküsü. Türkü elbette ki, sadece yaz vakitlerinin kızgın sıcaklığı altında, tarlalar içinde söylenmez. Ve türkü öyle bir kış içinde de söylenir ki, kar toplayan bir güneş, beyaz yollar ucunda zambaklar gibi açmıştır.
İhtiyar baba belki böyle bir rüya görüyor ve ihtiyar ana belki böyle bir rüyayı zihninin içinde düşünüyor.
Sobanın başında uyanık olan anne, arabanın kapı önündeki gürültüsünü duyar. Kimin geldiğini bilmemekle birlikte içini bir korku kaplar ve pencereye gidip gelene bakmak istemez. Anlatıcı “Niçin?” diye sorar ama cevap yoktur. Yine de merak içinde bir kurttur ve o kurt bacaklarının içerisine girerek onu ayağa kaldırıp kapıya doğru hareket ettirir. Oğlu, hayvanları ahıra koyup da eve gelince, çıkarken başında olan kalpağının üstünde olmayışını tuhaf bulur. Onun yerine tanıdık olmayan bir kaput vardır.
“Osman… Kimin bu kaput?”
“Onun.”
Sobanın başına gelen Osman bir heyula gibi görünür annesine. Eliyle sus işareti yapar ve bir de sesli olarak susmasını söyler. Anlatıcı laytmotifi tekrarlayarak içeride yanık reçine, yanık çam kokularıyla küflü bir dumanın olduğunu söyler. Osman kaputu çıkararak annesiyle beraber aynı anda sobanın üstüne eğilerek buğuyu içlerine çekerler. Anne, merakla yolcudan alınan ve kendisine tanıdık gelmeyen çizmenin, kaputun ve liraların ne olduğunu sorar.
“Osman, ne bunlar?”
“Tanımadın mı?”
“Hayır.”
“Zavallı anam.”
Osman annesinin boynuna atılarak sorduğu şeyleri tek tek gösterip kadının sorularını cevaplar.
“Bak, bunlar lira… Bu bir kaput, bu… Bu da bir çizme. Babam bu gece mutlaka çok sevinecek.”
Anne, bu sırada giderek gördüğü rüyadan memnun olan babayı uyandırır. Baba, arabanın güneşe doğru karlı bir yolda gittiği bir rüya görmektedir o sıra. Bu rüya tıpkı ikinci bölümün başında Osman’ın yanında yolcuyla arabayı sürmesine benzer. Ancak bağlantı oldukça zayıftır ve genel manzara itibariyledir. Osman’ın geldiğini söyleyerek onu uyandıran anneye, “Niçin?” diye sorar. “Saat kaç? Ben o kadar çok mu uyudum?” Bu kez sessiz kalmayı tercih eden anne, babaya sus işareti yapıyor.
İhtiyar meseleleri anladığında oğlunu reddediyor.
“O benim oğlum değil! Ocağımı mahvedecek. Evimde katilin işi yok! Evimde hırsızın işi yok. Bulacaklar, ocağımı mahvedecek! O benim oğlum değil! Benim kanımda hırsız yok. Benim kanımda katil yok.”
Anne dışarı çıkar ve oğlu da oradadır. İkisi birlikte dışarıda, kapının yanında durmaktadırlar. İçeri girmeye cesareti olmayan Osman göğsünde hıçkırarak ağlamaya başlayan annesiyle birlikte orada beklerler. Baba ise bu sırada oğlunu reddettiği sözlerini tekrar etmektedir, anne ise aynı şekilde ağlamaya devam eder. Oğul Osman ise bu sırada dışarı çıkıp ahırdan hayvanları çıkartarak arabayı alır. Araba karlı yolda, ufka doğru uzaklaşırken kapı ağzında bekleşen anne baba oğulları için dua eder.
“Allah ona acısın. Ve Allah ona yardım etsin.”
Dördüncü Bölüm
Bu bölüm oldukça kısadır ve arabanın yolda olduğu satırlarla başlar. Manzara ikinci bölümdekinden farklıdır çünkü artık akşam çökmüştür ve ikinci bölümde ufukta yer alan, batmak üzere olan kış Güneş’i şimdi yoktur. Üstelik gök kapalıdır. Araba bu fon içinde koşarken yanık reçine, yanık çam kokusuyla küflü duman artık geride kalmıştır. Anne ve babanın duası bir alıntı gibi anlatıcı tarafından tekrar edilir ve durumun baba Hasan’ın rüyasıyla olan zıtlığına dikkat çekilir. Ne araba doğan Güneş’e doğru gitmektedir ne de arabacının dudaklarında türkü vardır.
Oğul Osman yolda ilerlerken bir ses duyar, kendisi bu sesi çok iyi tanımaktadır. Bir kurt sürüsüne aittir bu ses. Kurt sürüsü bembeyaz yollarda aç ve çeneleri kupkuru bir halde koşmaktadır.
“Allah ona acısın. Ve Allah ona yardım etsin.
Fakat Allah ona acımadı. Ve Allah ona yardım etmedi. İki dakika sonra başlarını ufuklara kaldırmış yolların beyaz sırtlarında, didiklenmiş kemiklerden başka hiçbir şey kalmamıştı.
Osman tıpkı daha önce öldürdüğü yolcu gibi iki dakika içinde kurt sürüsü tarafından paramparça edilir. Ölüm her ikisine de aniden, hızlıca gelmiştir. Ondan geriye yalnızca kemikleri kalır. Kuru kemikler…
Beşinci Bölüm
Son bölümde sadece mekân değil aynı zamanda zaman atlaması da yaşanır ve Osman ile yolcunun kurtlar tarafından parçalandığı günün gecesinden 1 hafta sonrası anlatılır.
İkindiüstü zamanı jandarmalar at üstünde kulübenin kapısına dayanır. İçeride hala küflü duman, yanık reçine ve yanık çam kokuları vardır. Jandarma kapıyı tıklatırken atlar kişnemektedir. Anne ve baba birbirlerine bakarak beklerler. Anlatıcı onların sesi duyup duymadığını sorgular. Kapı bir defa daha vurulur ve atlar yine kişner.
“Ocağın başına mıhlanmış gibiydiler. Ne tuhaf… Bunu elbette ki, hiç ümit etmezlerdi. Bir yolcu öldüren ve hırsızlık eden bir adam kendini teslim için gittiği yerden bu kadar çabuk döner mi?”
Anne ve Baba gittiği günden beridir Osman’dan haber alamamıştır ve onun geldiğini zannederler. Ancak cezalandırılmasını, hapse atılmasını ve hatta idam cezasına çarptırılmasını bekledikleri oğullarının bu erken gelişine de şaşırırlar. Yine de bu şaşkınlığa garip bir sevinçte karışmıştır, nihayetinde oğulları eve dönmüştür.
Anne, oğlunu göreceği zannıyla yerinden kalkarak pencereden dışarı bakar ve orada üç jandarma süvarisi ile bir çavuşun beklediğini görür. Baba kapıyı açarken oğlunu reddederken söylediklerini tekrar etmeye hazırlanır. Anne ise kapıdan uzakta, kocasının arkasında durmakta ve yaşlı gözlerle dua etmektedir.
Anne, baba kapıyı açar açmaz Osman’ın idam edilip edilmeyeceğini sorar. Jandarma durumun daha fena olduğunu, atlarıyla Osman’ın kurtlar tarafından parçalandığını söyleyerek üzerinden çıkan eşyaları onlara emanet eder; ceket, asker cüzdanı ve liralar. Yolcu da parçalanmıştır ama o katilinin onu bıraktığı yerde kurtlar tarafından bulunarak yenilmiştir. İki ayrı yerde bulunan bu cesetlerin arasında bir bağlantı kuramayan jandarma iki ayrı olay olarak değerlendirmiştir. Jandarmanın Osman’a ait diye getirdiği eşyalar da aslında öldürdüğü yolcunundur. Jandarmalar ve çavuş başsağlığı diledikten hemen sonra arkalarına bile bakmadan oradan ayrılırlar. Günbatımıyla başlayan öykü yine günbatımıyla biter, Güneş batmaktadır.
İhtiyar babanın ayakları kesilirken, anne gözlerinde yaşları donmuş bir parıltıyla öylece kalakalır. Baba olduğu yere çökerken elindeki liralar düşerek dağılır. Osman böylece katilken hem toplum gözünde hem de devlet gözünde temiz kalmaya devam eder. Adamı öldürdüğünü bilenler yalnızca anne ve babasıdır.
Koray hikâyenin sonunu yine Poevâri bir cümleyle bağlar. Hikâyenin son cümleleri, şairin Kuzgun adlı şiirinin son dizelerine benzer. Koray bir kez daha ustasını okuruna anımsatmış ve ona bir selam duruşunda bulunmuştur.
“Dışarı, ufkun ucunda sapı kırılmış, kristal, yayvan, yuvarlak bir kadeh içinde batan al ve değirmi bir kış güneşini içmek için başlarını uzatmış beyaz ve buzlu yollar…
Başka hiçbir şey…”
Kaynakça:
Sezer, Fatma, Kenan Hulusi Koray’ın Muhit Dergisindeki Nesir Yazıları, Konya-Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2012
http://sanatkritik.com/eski/kenan-hulusi-korayin-bilinmeyen-bir-hikayesi-bir-cinayetin-hikayesi/ (Erişim Tarihi:10.12.2023)