Medeina
Yaşam, suda başladığı zaman evrene gözlerini açmıştı Medeina. Suların beslediği ormanlarda can bulmuştu. Büyüdükçe güzelleşen bir tanrıydı o. Gökyüzündeki tahtında otururken saçlarını yeryüzüne doğru uzatırdı. Çiçekler onun saçlarında açar, ağaçlar onun saçlarında köklenir, en güzel meyveler onun sihri ile tat bulurdu. Yemyeşil gözleri ile hayat veriyordu yaşam çemberinin sakinlerine.
Evrende soyut ve somut olan her şeyin tersi, zıttı vardı. Karanlık olmadan aydınlık, siyah olmadan beyaz, su olmadan ateş, ölüm olmadan yaşam varlık gösteremezdi; varlık ve yokluk sırt sırtaydı. Bütün zıtlıklar birbirini bulduğunda denge kuruluyordu. Her şeyin başlangıcında gökyüzünün büyük tanrısı sadece suyu var etmişti hiçliğin içinde; su kendi zıttı olan ateşi doğurdu. Su, ateşin elinden tuttuğunda var olan her şey kendi zıddı ile yaşam terazisinin kefelerine oturmuştu. Medeina ve Saule de yan yanaydı, ele ele… Biri suların beslediği ormanlardaki yaşamdı, diğeri bütün dünyayı kucaklayan yakıcı ateşti.
Terazinin kefesinde oturan zıtlıklar birbirine muhtaçtı. Orman tanrısı Medeina ve güneşin tanrısı Saule de birlik olmadan sadece birer hiçti. Güneş olmadan ne sular ne de ağaçlar yaşamını devam ettiremezdi ama sular ve ağaçlar olmadan da güneş sadece öldürücü bir sıcaktan ibaretti. Gökyüzünün büyük tanrısı şöyle buyurmuştu: Medeina yukarıda hazel, Saule mavi idi. Biri diğerine üstün gelemezdi, ikisinden biri önden yürüyemezdi. Saule olmadan Medeina hayatta kalamazdı, Medeina olmadan Saule hayat veremezdi.
Mediana her sabah güneşin doğuşu ile uyanırdı. Onunla ilk uyananlar da kuşları olurdu. Ağaçların dallarına yuvalanan yaşam çemberinin minik canlıları cıvıltıları ile bütün doğaya sabah olduğunu haber verirdi. Tüm canlılığın uyanması ile gün başlardı: hayvanlar türlü sesler çıkararak, çeşitli hünerlerini göstererek Medina’ya teşekkür ederlerdi. Bütün bitkiler yapraklarını açar, çiçekler en güzel kokularını dört bir yana saçar, en lezzetli meyveler ağaçların dallarında biterdi. İnsanlar, evlerinden dışarı çıkar çıkmaz Saule ve Medina karşısında diz çöker, onlara saygı gösterisinde bulunurlardı. Yaşam çemberini oluşturan canlılar ve onları katman katman saran tanrılar bu düzen içinde son derece mutlulardı.
Medeina uzun kahverengi saçlarını tararken hüzün kaplamıştı içini; kökleri topraktan koparılan yaş ağaçlar gibi hissediyordu; acı, acı, acı… Saçlarını süsleyen yemyeşil yapraklar, rengarenk çiçekler yoktu artık. Kuruyor, dökülüyordu. Yaşlı gözleriyle bir zamanlar koruyucusu olan ormanlara baktı, yok oluş başlamıştı. İnsanların küçüklüklerinden beri dinledikleri, okudukları son çağ senaryoları onların eliyle gerçekleşmişti. Yaşam çemberinin masum sakinleri bu sefer çemberin zebanileri olmuştu. İnsanlar varlıklarını unutmuştu, doğanın bir parçası gibi yaşamayı çoktan bırakmış, kendilerini doğanın efendisi kabul etmişlerdi. Medeina son çağın geleceğini önceden biliyordu, bunun haberini koruduğu ağaçlardan, onların köklerinden almıştı. Toprağın altına bir dantel gibi işleyen asırlık çınarların kökleri artık su bulamıyordu. Güneyden başlayarak kavrulan, yanan kökler habercisiydi bu kıyametin. Son zamanlarda Saule’un bu kadar yakıcı olmasının da başka bir açıklaması olamazdı zaten.
Medeina kendini Sibirya taygalarına saklamıştı. Güçlü nehirlere yaslamıştı sırtını, yangınlar geçemezdi buraları, yaşam buradan devam edecekti ki etmeliydi de. Saçlarını ağaçların kökleriyle beraber toprağa sımsıkı sararak derin bir uykuya daldı. Her şeyin korkunç bir rüya olmasını umut ediyordu.
Pergubre ve Velyka
Eski zamanlarda büyülüğü güzelliği ile aydınlığı, sıcağı var eden güneşin tanrısı Saule ile dört mevsimi saçlarının arasında muhafaza eden tanrı Pergubre iki iyi dosttu. Saule ona ışık hüzmelerinden hazırladığı demetleri sunar, Pergubre de mevsimlere dağıtırdı. Tek başına bir zıtlıktı Pergubre: Sıcak ve soğuk, ölüm ve yeniden diriliş… Zaten onun tek başına olması da çiftleri yaratmıştı. Doğanın renkleri saçlarına işlerdi, gökkuşağının tüm renkleri gözlerinde toplanırdı, ellerinde sıcak ve soğuğu tutardı. Yaşam çemberine dengeyi düzeni veren oydu. Tam karşısında ise Velyka duruyordu. Pergubre’nin ellerinde toplanan sıcak havanın yaşam çemberine nüfus etmesi, doğanın canlanması ile Velyka baş gösterirdi, uyanışın tanrısıydı o; dirilişin, paskalyanın tanrısıydı. Saygı ve sevginin bitmediği dönemlerde insanlar doğanın uyanışını kutlarlardı, bereketli bir yaz geçirmek için Saule’un altında dans ederlerdi.
Saule
Hayata gözlerini ilk açtığı andan beri etrafına ışık saçan, sıcaklığıyla ulaştığı her yere yaşam veren bir tanrıydı o; yaşamdı, hayaldi, gelecekti. Yaşam çemberinde varlık bulan her canlı ondan beslenir, güç alır, yaşamına devam ederdi. Uzun sarı saçları ile yaşam çemberinin dört bir yanını sarıp sarmalamıştı, mavi gözleri kutsamıştı bütün evreni. Dik yamaçların ardından ışıklarını serbest bırakarak maviye boyardı tüm göğü, yumuşak bir sıcaklıkla tüm canlılığın gününü başlatırdı; pamuk gibi bulutların ardından kaybolurken kızıla boyardı tanı ve iyi geceler öpücüğü verirdi tüm ruhlara. Saule bu evrenin annesiydi. Onu besler, sıcak tutardı. Bütün hastalıkların şifası ondaydı, karanlıkların aydınlığı ondaydı. Çıkmaz sokakların, bitmez dertlerin, açlığın, susuzluğun çaresi ondaydı. Kendisine el açan kimsenin sırtı açık kalmazdı.
Gökyüzünün büyük tanrısı suyun içinde karanlıkta yaşardı. Su, kendi zıddı ateşi var edince ateş, karanlığın tersi olan aydınlığı da beraberinde getirmişti. Karanlık ve aydınlık kendi kefelerine oturduklarında Saule, ateş- su, karanlık-aydınlık dörtlüsünün kesiştiği yerde yaşam çemberine gözlerini açmıştı. Gökyüzünün tanrısı ona baktı ve “Bu evrenin ışığı sensin, insanların ve hayvanların ışığı; eksik kalanların bilgesi, kimsesizlerin annesisin.” dedi. Bu buyruklardan sonra Saule parladıkça parladı, büyüdü, güzelleşti. Yaşam çemberinde gördüğü her eli tuttu, kimseyi muhtaç bırakmadı. Onun zıttı ise Luna’ydı. Luna karanlık ve soğuktu, Ay’ın tanrısıydı. Saule onun da elinden tutuyordu ve yaşam çemberinden artan ışıklarını ona veriyordu.
Saule bütün diğer tanrılardan farklıydı. İbadet veya kurban beklemezdi, kimsenin inancına ihtiyacı yoktu. Onu var eden şey sevgiydi, canlıların birbirini sevmesi Saule’un genç kalmasına yetiyordu. Sevgi var oldukça Saule de hayat vermeye devam edecekti.
Bütün bu şefkatine rağmen Saule son derece tehlikeli bir tanrıydı. Ateşi, verdiği yaşamı bir anda sonlandıracak kadar yakıcı, ışığı bakan gözleri kör edecek kadar parlaktı. Doğduğunda hareket etmeye bile korkan Saule gücünün farkına vardıkça hayatına dair tüm kontrolü de eline almaya başlamıştı. Bu gücü kullanmasında ona Medeina ve Pergubre’ den başka yardımcı olan kimse yoktu. Pergubre onun ışığını gözlerinde saklardı, yağmurlardan sonra gökkuşağı ile yaşam çemberine salardı, bazen de bulutların ardından hüzmeler dağıtırdı. Sıcaklığını elinde tutardı, yaşam çemberinin en ortasında toprağa bırakırdı bu sıcağı. Medeina ise bu sıcaklarla suları ısıtır, ormanları beslerdi. Ağaçlar meyve verir kuşlar yuvalar, atlar doğum yapardı. Medeina’nın yakın arkadaşları olan suyun iyeleri ısınan suda milyonlarca canlıya ev sahipliği yapardı. İşte böyleydi Saule: güçlü, diğer tanrılarla bir bütün, yapbozun ortasındaki parça idi. Ancak o gün gelecekti, korkulan gün yaklaşıyordu. Belki Saule farkında değildi ama Medeina her şeyi görüyordu: Saule’ un yakıcı alevleri gün geçtikçe büyüyor, Pergubre’yi yakıyordu.
Saule yine bir sabah, tıpkı diğer her sabah olduğu gibi, yüksek dağların zirvelerinden doğaya açılmaya başladı. Ancak bu sefer kuşlar sevinç içinde cıvıldamıyordu, korku içinde çığlık atıyorlardı. Bu çığlıkları duyan şamanlar anlamıştı yaşam çemberi için zamanın dolduğunu: Bütün şamanların elini bağlayan, büyük tanrıları bile çaresiz bırakan son tüm hızıyla geliyordu.