Uykuya dalmakta zorlanıyordu çünkü başı çatlayacakmışçasına ağrıyordu. Bu ağrıyı istercesine elini alnına sıkıca bastırdı. Bu eylemi birkaç kere tekrarladı. Yok, işe yaramıyordu. Ağrısı biraz olsun hafiflemiyordu. Berbat bir gece geçirdiği ve geçirmeye de devam edeceği kesindi. Bu gecenin hayatındaki en güzel gecelerden biri olacağını sanıyordu halbuki. Kurduğu romantik düşlerle huzur içinde kapayacaktı gözlerini, tüm gün böyle hayal etmişti.
Müstakbel kayınpederinin ne denli ters, inatçı, huysuz ve de zor bir herif olduğunu zaman içinde defalarca kez tecrübe etmişti etmesine ama kızlarını istemeye gittikleri akşam büyük bir aksilik çıkaracağını da tahmin etmemişti doğrusu. “Aksilik de laf mı,” diye mırıldandı. “Ne desem hafif kalır.” Sevdiğiyle utangaç utangaç kesişirken aileler arasında hararetli bir tartışma başlamıştı birden ve sonunda bu huysuz herif parmağını şiddetle sallayarak biricik kızlarını kendisine asla ama asla vermeyeceklerini söylemişti. Ne yapmıştı ki, suçu neydi? Sevdiğiyle bakışmaktan konunun buraya nasıl geldiğini, muhabbeti uçuruma sürükleyen aşamaları hiç mi hiç fark edememişti, fark etseydi engel olabilirdi belki. Bir rüyadan uyanmıştı sanki. Nedenini anlayamadan ailesiyle beraber kapı dışarı edildi. Babası, “Gel oğlum, başka zaman bir daha deneriz şansımızı,” demişti. Sanki bir şatoyu kuşatan fakat alamayan ertesi gün bir kez daha saldırmak için dinlenmek gerektiğini bilen tecrübeli bir komutan gibi. Oğul da, komutanın emrini dinleyip geri çekilen zavallı askerlerden biri. Eve dönerken aynen böyle hissetmişti.
İşin kötüsü müstakbel kayınpederi asla demişti ve bu manyak herifin asla dediği bir şeyi yaptığı, tükürdüğünü yaladığı şimdiye kadar kimse tarafından görülmemişti. İşin içinden nasıl çıkacağını bilemedi. “Bu adam kızını bana hayatta vermeyecek!” diye sitem etti defalarca. “Bu saatten sonra ne yaparsam yapayım ağzımla kuş tutsam dahi, yok, olmayacak!” Yatağında bir o yana bir bu yana döndü durdu. Havaya birkaç küfür savurdu.
Karşı duvara yaslanmış kitaplığındaki ünlü şövalyelerin maceralarını anlatan bir kitaba gözü takıldığı için belki de, sesli bir şekilde şunları düşündü: “Keşke eski zamanlarda yaşasaydım, hatta ve hatta türlü canavarlara dair korkunç söylentilerin ortalıkta tekinsizce dolaştığı mistik çağlarda! O zamanlarda yaşayan büyük bir kralın prenses kızını almak dahi bu denli zor olmazdı, eminim. Bana şu ejderhayı öldürürsen kızımı sana veririm falan derdi kral, ben de gidip bir şekilde o ejderhayı öldürür, kızı alırdım. Bu kadar basit. Zor ama basit.
Efsanelerde ya da masallarda olağanüstü zorluklar oluyor, kabul ama sonundaki ödül çekilen çileleri daima telafi ediyor. Sevdiğimle kırk gün kırk gece düğün yapıp eğleneceksem şayet ben de bir ejderha öldürürdüm! Günümüz dünyası böyle mi peki? Değil. Her şey son derece karmaşık…
Bir şeye ulaşmak için tek bir görevin üstesinden gelmek yetmiyor. Başka neleri yapman gerektiğini bilemiyorsun bile. Üstelik çabalarımıza karşılık verilen ödül de pek tatmin edici olmuyor çoğu zaman.”
Alnını ovuşturarak kalktı. Başucundaki komodinin üzerine bırakılmış bir bardak suyla ağrı kesiciye benzeyen beyaz renkli hapı gördü. “Annem bunu ne ara bırakmış acaba buraya?” dedi. “Neyse, içeyim, iyi gelir herhalde.” O gece tesadüfen penceresinin önünden geçen bir perinin az önce söylediği şeyleri dinlediğini fark etmediği gibi içtiği ilaçla suyun aslında yine aynı perinin marifeti olduğunu da fark etmedi. Hapı ağzına atar atmaz ağrısı dindi. “Ağrı kesici nasıl bu kadar hızlı etki edebiliyor, hayret!” dedi. Ardından da hemencecik uyuyuverdi.
Sabah daha gözlerini açmadan üstünde bir ağırlık hissetti. Fiziksel bir ağırlıktı ama bu, adeta vücudunun her bir uzvuna taş bağlamışlar gibiydi. Boynunu birazcık kımıldatınca fark etti ki kafası bile daha ağır çekiyordu. Neler oluyordu? Gözlerini açıp tavana baktığındaysa her zamanki odasının tavanını değil de hiç bilmediği bir çadırın kan kırmızı renkteki kumaştan yapılma tavanını gördü. Korkuyla, neredeyim ben, diye sıçrayarak ağaya kalkmak istediyse de üstündeki yük buna engel oldu. Ani hareketinden dolayı vücudu içinde olduğu kalın ve dar zırhın basıncıyla sızlıyordu. Ellerine, kollarına, bacaklarına ve gövdesine baktı. Evet, bir zırhın içindeydi… Bir şövalye zırhı! Elleriyle kafasını yokladı, tam takım bir zırhtı, üstelik miğferi dahi vardı. Ufak bir çığlık koparmak isteğindeyse miğferinin siperliği kayıp ağzını kapattı ve sesi kendi içinde yankılandı. Öyle ki kulakları en az iki dakika boyunca çınladı.
Çadırda panik içinde bir o yana bir bu yana koşuştururken çıkardığı şıngırtıları duyan kendisinden daha genç bir adam içeriye girdi. Bir an içinde bulunduğu hale güleceğini düşünse de karşısındaki son derece ciddiydi. “Günaydın efendim! Ejderhanın inine artık çok az kaldı,” dedi. “Bir günlük yol bile yok. Hesaplarıma göre akşama doğru oradayız.” Siperliğin içinden, “Ejderha mı?” dedi şövalyemiz boğuk boğuk. “Bu arada neden zırhınızla uyudunuz efendim? Rüyalarınızda ejderhalarla dövüşerek talim mi yapıyordunuz yoksa?” Miğferini zor da olsa çıkarmayı başardı. Derin bir nefes alarak, “Efendim mi? Sen de kimsin be adam? En önemlisi ben kimim? Neredeyim?” diye soru üstüne soru yağdırdı. “Yolun sonuna yaklaştığımızdan beri sabahları aynı soruları soruyorsunuz. Bu işten deli taklidi yaparak kurtulacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Biliyorsunuz ki sevdiğiniz kızı, öhöm, dünyalar güzeli, hayatınızın aşkı, ruh eşiniz, biricik prensesi kurtarmak istiyorsanız o ejderhayı öldürmek zorundasınız. Hatta kralımız ile anlaşma imzaladınız. Herkesin önünde bozulmaz şövalye yemini ettiniz. Yani buna mecbursunuz efendim. Başka çareniz yok.
Ayrıca sadık yardımcınıza hep ne derdiniz unuttunuz mu? Umudun az olanı makbuldür. Küçük bir umut ışığı yeterlidir cesur yürekler için.”
Bu havalı laf kendisine aitti, öyle mi? Böyle bir şey söylediğini hiç hatırlamıyordu nedense. Kralla anlaştığını veya yeminler ettiğini hatırlamadığı gibi. Yanlış anlamadıysa akşama bir ejderha öldürmesi gerekiyordu. Öyleyse, umut azdan da azdı. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Daha hayatında kılıç bile tutmamıştı ki! Çadırın dışındaki atın sesini duydu. Hayvan, toynaklarıyla sabırsızca toprağı dövüyordu. Hiç ata da binmemişti doğrusu. Bu düşünce bile onu yeterince gererken atın üstünde gidip bir de ejderha öldürmek ha! Bayılacak gibi oldu. Belki de üstündeki zırhın ağırlığı dengesini bozuyordu. O yüzden bir sağa bir sola sallanıyordu.
Dün geceyi, yatmadan önceki dileğini düşündü. Gerçekleşmiş miydi yani? “Onca dilek arasından gerçekleşe gerçekleşe… Bir kral olmayı dileseydim keşke,” dedi. “Hazineler en azından… Prensesler… Bu… Bu bir rüya… Hatta kabus olmalı!” Yardımcısının şaşkın bakışları altında tekrar yatağına uzandı. Miğferini kafasına geçirip siperliğini de indirdi. Gözlerini sıkıca kapattı. Bekledi… Bekledi… Ama ne kadar uğraştıysa da evindeki yumuşak yatağına bir türlü geri dönemedi. Her şey gün gibi gerçekti. “Efendim, deli taklidi yapmayın artık,” dedi yanındaki. “Zamanımız daralıyor. Geceye kalmamalıyız.” Durumu kabullenmeliydi. Okuduğu şanlı hikayeleri hatırladı. Bir düzine kahraman geçti gözlerinin önünden. Onlardan biri gibi olabilir miydi, bir ejderhayı öldürebilir miydi?
“Tamam, gidelim,” dediyse de karnının yüksek sesle guruldadığını fark etti. “Yani, bir şeyler yedikten sonra gidelim, demek istedim. Kahvaltı için nelerimiz var?” Yardımcısı bağdaş kurup oturdu. Sırtındaki çıkını indirip açtı.
İçinden sert ekmek parçalarıyla kurutulmuş et çıkardı biraz. Şövalyemiz ilk başta görüntülerinden dolayı bunlara burun kıvırdıysa da şarapla beraber tatlarının pek de fena olmadığını fark etti. Güzelce yediler. Geriye tek bir kırıntı bırakmadılar.
Çadır toplandıktan sonra ata binme kısmına sıra geldi. Kendisi gibi zırhla kaplı kapkara bir atı vardı. Genç yardımcısından destek alarak atına binmeye çalıştı. İlk seferde ve düşmeden binmesine şaşırdı. Atın yularından tutan yardımcısı, sık ağaçların arasından dahi kolayca seçilebilen tepesi karlı devasa dağı gösterdi. “İşte kertenkelenin yuvası orada efendim!” Düşmanına küçültücü isimle hitap edilmesinin korkusunu azalttığını fark etti şövalyemiz. “Kertenkele, seni sürükleyeceğim yerden yere!” tekerlemesini mırıldandı birkaç kere. “Gerçi hiçbir kertenkele ağzından alev çıkarmaz ya, neyse.” Yola koyuldular.
Ata nasıl oturacağını bilemediğinden yolda ilerledikçe poposu semerden aşağı doğru kayıyordu. Bir nehri geçmek zorunda kaldıklarında atından düştü bu yüzden. Zırhı ıslanınca o kadar ağırlaştı ki, iki saniye içinde daha fazla çabalamanın nafile olacağına hükmetti. “Buraya kadar. Boğulacağım,” dedi. “Ejderha ateşinde yanacağım derken nehrin serin suyunda boğulacağım hem de. Elveda prensesim!” Sonra yardımcısının küçük ama güçlü elini hissetti. Bileğinden kavramıştı kendisini. Bedenini nasıl olduysa çekip çıkardı. Göründüğünden fazlası vardı bu genç adamda ama onu övmedi. Nasılsa şövalye olan kendisiydi. Bir ağaç altında kurulanıp dinlendikten sonra yola devam ettiler. Oturduğu semerden bir daha kayıp düşmeden dağa ulaşmayı başardılar.
Hava yavaş yavaş kararırken dağın yamacını dolaşarak yukarı doğru çıktığı söylenen ince bir patikayı arıyorlardı. Garip bir uğultu işittiler. Havadaki sıcaklığın akşam olmasına rağmen arttığını hissettiler ve pis bir koku duydular. Hedefe az kalmıştı anlaşılan. Gözü patikayı seçince heyecanla atından atlayan şövalyemiz hareket kabiliyeti kazanmak adına tüm zırhını çıkarmak istedi fakat yardımcısı ona hemen engel oldu. “Daha çabuk pişmek mi istiyorsunuz efendim? Eğer bir ejderhaya akşam yemeği olacaksam az pişmiş bir yemek olmayı tercih ederdim doğrusu. Beni yediğine az da olsa pişman olmasını isterdim. Ya da en azından hazımsızlık çekmesini …” Yardımcımızın haklı olduğunu düşündü şövalyemiz ve zırhının bağlarını güzelce sıktı.
Kendisini iyiden iyiye bu göreve kaptırmıştı. Bazen ejderhayı öldürebileceğine bile inanıyordu. Gerçi bu anlar üç beş saniye falan sürüyordu ya, neyse. “Ne duruyorsun? Kılıcımı getir o halde!” Atın yanına bağlı olan kılıcı çözüp uzattı yardımcısı. Kılıcı eline aldı. Alır almaz da son derece ağır olduğunu fark etti. “Eski çağlarda hafif bir şey yok mu yahu? Ok ve yay belki,” diye düşündü. Gerçi küçük bir okla dev bir ejderhanın öldürüldüğünü de hiçbir öyküde okumamıştı. Uzun süre tutamayacağını anladığı için kılıcını toprağa sapladı. Bu hareketinin son derece havalı olduğunun bilinciyle gülümserken kınını belindeki kemere taktı. Kılıcı topraktan biraz zorlanarak da olsa çıkardıktan sonra hızlıca kınına geçirdi. Zırhının her bir parçasını tek tek kontrol etti.
O sırada, “Benden buraya kadar efendim,” dedi yardımcısı. “Biliyorsunuz ki ben sizin gibi güzel prensesler peşinde koşan cesur bir şövalye değilim.” “Gelmiyorsun yani,” dedi şövalyemiz tereddütle. “Evet, görevim son patikaya varana kadar size eşlik etmekti sadece.” “Pekâlâ,” diye karşılık verdi. “Teşekkürler.”
“Fakat ya patika çatallanırsa, o zaman mağarayı nasıl bulacağım?”
“Bundan kolay ne var efendim? Yanık et kokusunu takip edeceksiniz.”
“Yanık et kokusunu mu?”
“Evet. Havadaki şu pis kokuyu kastediyorum. Muhtemelen buraya sizden önce gelen bir şövalyeye aittir,” diye ekledi son derece önemsiz bir şeyden bahsedercesine. Kendisinden önce gelen şövalye ejderhaya yem olmuştu demek. Cesareti kırılsa da belli etmedi. Yardımcısıyla vedalaşıp burnunun rehberliğinde ilerledi.
Dik yokuşu, dar patikanın yanındaki taşlara ve otlara tutuna tutuna tırmanırken, “Bunu sen istedin,” dedi. “Hiç şikayet etme.” Patika gittikçe düzleşirken günün son ışıkları yardımıyla aradığı mağara da belirginleşmişti. “Önceki şövalye yeni gelmiş olsa gerek. Yanık etinin kokusu fazla yoğun çünkü.” Midesi ağzına geldi. Birkaç kere öğürdü. “İşe iyi yanından bakalım. Bu ejderhanın kamı tok demek. Beni hemen yemek ya da pişirmek istemeyebilir. Ben de o esnada ejderhanın bu ikircikliğinden faydalanıp onu öldürmek için fırsat kollayabilirim. Karnı yumuşaktır belki ya da boynunun altı, ne bileyim.”
Kertenkelenin yuvasına vardı. Yakından bakınca pek de kertenkele yuvasına benzemiyordu doğrusu. Gündüz yaptığı benzetmeden, mırıldandığı tekerlemelerden utandı. Cesaretini toplamak adına mağaranın geniş ağzında kılıcını çıkartıp şöyle bir havaya kaldırdı. Alacakaranlıkta aptalca bir işe girişti sonra. Üstündeki yazıları incelemeye çalıştı. “Acaba ne yazıyor? Hangi dil bu?” Yazıyı seçebilmek için elindekini öne arkaya eğerken dengesini kaybedip silahını elinden düşürüverdi. Kılıç geldiği yönden değil de dik bir uçurumun olduğu taraftan aşağıya yuvarlandı. Çelik, taşlara çarptıkça çınladı. Arkasından ağzı açık bakakaldı şövalyemiz. En ihtiyacı olduğu anda silahsız kalmıştı. Olacak iş miydi bu? “Tam burada düşüreyim diye mi onca yol taşıdım ben bu demir parçasını! Ejderhayı elimle boğmadığım sürece öldüremeyeceğim. Yani iınkansızdan da öte bir göreve dönüştü bu! Ben Herkül değilim!”
Bir taşın üzerine oturup ne yapacağını kara kara düşünürken kendisini bu maceraya sürükleyen peri belirdi yanında. Işığıyla şövalyemizin yorgun ve umutsuz yuzunu aydınlattı. “Sevgili şövalye! Sanırım yardıma ihtiyacın var, ha?” diye sordu.
“Nereden anladın? Bir ejderha ininin önünde elleri bomboş bir halde bir civciv kadar savunmasız bir şekilde beklediğimden mi? Umarım kokumu almıyordur. Umarım uyuyordur.”
“Şu an uyuyor ama uyanabilir. Hakkında da sandığından daha fazla şey biliyorum,” dedi peri. Ve bu olayların gerçekleşmesinin sebebinin kendi sihri olduğunu söyledi. Şaşırdı şövalyemiz.
“Demek sendin!” dedi. “Ne halde olduğuma baksana!”
“Evet. Ama bu senin dileğindi. Ayrıca sesini biraz alçalt. Ejderha ininin önünde kavga etmek pek akıllıca sayılmaz.” Şövalyemiz sustu. “Hemen gerçekleşeceğini bilseydik eğer dileklerimizin hepsini değiştirirdik, belki bir dilek bile dileyemezdik, ne istediğimize karar vermek günler sürerdi,” diye geçirdi içinden.
“Hala tek parça olduğuna göre seni geri götürebilirim istersen,” dedi peri.
“Gerçekten mi?”
“Elbette, ben birperiyim, unuttun mu?”
“Kanatlarınla havada ışık saçarak süzüldüğün sürece bunu unutacağımı sanmıyorum doğrusu.”
“Güzel. Ayrıca savaşmak istersen de anlarım. Seni burada bir başına bırakabilirim.” dedi, kanatlarını çırparak biraz uzaklaşır gibi oldu.
“Dur dur, sakın böyle bir şey yapma,” dedi şövalyemiz. Yerden küçük bir taş aldı. “Tek silahım bu. Bununla ejderha öldürmeyi geçtim iki metre ötemdeki kuşu bile vuramam ben.”
“Sana bir kılıç vermemi ister misin o halde?” Bir müddet düşündü şövalyemiz.
“Peki, ölürsem yani gerçekte de ölmüş mü olurum, merak ediyorum.”
“Aslında hayır. Bir rüyada gibi uyanırsın.”
“Öyle mi? Bunu neden en başından söylemedin ki? Bunca zaman boşuna korkmuşum desene.” Gaza gelip toparlandı. Ayaklanıp ısınma hareketleri yaptı. “Bir bilgisayar oyunu oynamak gibi olacak alt tarafı. O halde en keskin kılıcı istiyorum.” dedi, peri sihrini konuşturdu, ona şahane güzellikte bir kılıç verdi.
“Eminim duymuşsundur. Adı Excalibur’dur bu kılıcın.” Şaşkın şövalyemiz miğferini kaşıdı.
“Aslında ismi tanıdık geldi ama kimin kılıcı olduğunu yine de çıkartamadım.” Peri hayal kırıklığıyla şövalyeye baktı.
“Kral Arthur’un kılıcı!”
“Öyle mi?” Yaklaşıp kılıcı kaptı hemen perinin narin ellerinden. Kral Arthur’un şövalyelerinin masası yuvarlak mıydı yoksa kare mi, sormak istedi bir an için. Sonra vazgeçip periye son yardımı için dudak ucuyla teşekkür ederek anlık hışımla mağaraya daldı.
Excalibur önceki kılıcından daha ağırdı. Aslına bakılırsa bu meşhur kılıcı birkaç metre dahi taşıyamazdı ama anın heyecanıyla nasıl olduysa oldu, başardı. Durmadan dinlenmeden adım üstüne adım attı.
“Efsanevi bir kılıçla efsanelerdeki gibi bir ejderhayı avlayacağım birazdan, vuuhuu!” diye bağırdı. Sesinin defalarca kez tekrarlanan yankısı tahmin edileceği üzere uyuyan canavarı uyandırmıştı. Şövalyemizin gözleri karanlığa henüz alışmışken ileride kırmızı bir ışık belirdi. Işık hızla yaklaşırken yaydığı yüksek ısıdan dolayı bunun ejderhanın alevi olduğunu fark etti. Ama çok geçti elbette.
Yatağında kan ter içinde uyandığında, “Niye bağırırsın ki!” diye kendi kendine kızmadan edemedi. “En azından şu ejderhayı bir görseydin.”