Yakınlara düşen bir yıldırımın çıkardığı gürültü, derin uykusundan zıplayarak uyanmasına neden oldu. Yağmurun pencereye vurarak çıkardığı huzur verici ses ve odanın loş ışığı her ne kadar yataktan çıkmasına mani olsa da sıcaklığı ile bedenini saran yorganı üzerinden atarak yataktan kalkmaya zorladı kendini.
Gözleri henüz tam açılmamıştı. Dışarının yoğun bir sis ile kaplandığı, ufak evinin yetersiz ışığından belli oluyordu. Güne başlamak için yüzüne soğuk suyu çarpabilmek için lavabonun ışığını yaktığı sırada yakınlara düşen başka bir yıldırımın sesi duyuldu. Yıldırımın çıkardığı sesten sonra bir patlama sesi daha duyuldu. Işığını açtığı lavabo aniden karanlığa gömüldü.
“Trafo patladı herhalde.” dedi kendi kendine.
El yordamı ile ezbere bildiği lavaboyu bulup yüzüne soğuk suyu çarparak kendine geldi. Evinin tek ışık gelen noktası olan mutfağına doğru usul adımlarla geldi. Hem serin hava ile ciğerlerini doldurmak hem de dışarıdaki durumu analiz etmek için girişi mutfaktan olan balkonuna çıktı. Dışarıda kıyamet kopuyordu adeta. Çöken sis bir taş atımı mesafede bulunan karşı binayı görmesine engel olurken, kara bulutlar neredeyse tüm şehrin üzerini örtmüştü. Hızla yağarak cam balkonunu döven yağmuru huzurla izlemek için çay koyma fikri belirdi aniden aklında. Suyu kaynatabilmek için elektrikli ısıtıcının düğmesine bastı. Fakat makine tepki vermedi. Tekrardan düğmeye bastı ama makine yine tepki vermedi.
“Hay lanet! Elektrik yok ki.” diye sövdü içinden.
Çay demlemekten vazgeçip tekrardan balkona çıkarak yağmuru izlemeye koyuldu. Dışarıda ulumaya başlayan rüzgar yağmur damlalarını bir o yana bir bu yana savuruyordu. Yerde biriken su birikintilerini ise eğimli yoldan aşağı doğru sürerek göze hoş gelen bir manzara yaratıyordu. Uzun bir süre öylece oturup doğanın ona sunduğu görsel şölenin tadını çıkardıktan sonra yavaş yavaş üşüdüğünü hissedip tekrardan içeri girdi. Elektriklerin olmamasından dolayı yapacağı aktivite sayısı epey daralmıştı. Bu sebeple uzun zamandır okumakta olduğu ama bir türlü bitiremediği kitabını eline alıp, evin en iyi ışık alan penceresinin önünde okumaya koyuldu. Bir iki sayfa okuduktan sonra kitabı tekrardan bir köşeye attı.
“Bir kitap bu kadar sıkıcı olabilir mi ya? Popüler kültürün etkisi ile bir daha kitap alırsam ne olayım. Bu kitabı basmak için kestiğiniz ağaçlara yazık.” diye söylendi kendi kendine.
İyice sıkılan canı tekrardan onu balkona çıkmaya yönlendirdi. Üzerine giydiği montu ile balkona çıkarak yağmuru izlemeye koyuldu. İçeride geçirdiği kısa sürede hava koşulları iyice kötüleşmişti. Gök resmen yarılmıştı. Ardı arkası kesilmeyen şimşekler, karabulutların örttüğü güneşin görevini devralmışçasına kararmış olan havayı aydınlatıyordu. Çöken sis fırtınaya dönen rüzgar sebebi ile biraz da olsa kalkmıştı. Ama yine de etkisi sürüyordu. Sisin kalkması manzarasının büyük bölümünü kaplayan dağı görmesini sağladı. Testerenin dişleri gibi sırayla yükselen dağın zirve bölümde parlayan bir ışık dikkatini çekti. Gözlerini kısıp dikkatini çeken ışığı inceledi fakat bu ışığın ne olduğunu göremiyordu. Uçakların dağa çarpmaması için dikilen ışıklardan biridir elbet diye düşündü. Fakat o ışıkların kırmızı olması ve yanıp sönerek dikkat çekmesi gerektiği geldi aklına hemen.
Zihninde oluşan ufak merak bir anda tüm benliğini ele geçirmişti. Senelerdir aynı evde oturuyor ve aynı manzaraya bakıyordu. Orada bir ev olsa daha önceden dikkatini çekerdi. Fakat daha önce orada bir evin olduğunu hatırlamıyordu. İçini leş bir sıçan gibi kemiren merak duygusu üstün geldi. Hiç farkında olmadan kapının dışına çıkmış ve botlarını giyerken buldu kendini. Apartmanın sarmal merdivenlerinden inerken attığı hiçbir adımın farkında değildi. Ayakları sanki kendi hareket ediyordu. Gördüğü ışık çağırıyordu onu adeta.
Apartmanın çıkış kapısında koşarcasına kendini dışarı attı. Yüzüne vuran yağmur damlaları ve kısa süre önce çıkan fırtına yürümesini zorlaştırsa da dağa çıkan yokuşu seri adımlarla aşmasına engel olamıyordu. Harcadığı efor ile göğsü hızla inip kalkıyor, kalbi deliler gibi göğüs kafesini dövüyordu. Dağın yamacına ulaşıp son binada geride kalınca sık ağaçlardan oluşan bir orman ile karşı karşıya kaldı. Gerçekten senelerdir aynı semtte oturmasına rağmen bu ormanı hiç görmemişti. Göğü saran uzun ağaçların arasına girdiğinde deli gibi yağan yağmur yavaşlamıştı. Hızlı yağışın neden olduğu su birikintileri ilerlemesine mani olsa da bata çıka önünde uzanan patikayı tırmanmayı sürdürdü. Topraktan gelen huzur verici koku ile ciğerlerini doldurabilmek için kısa bir mola verdi. Başını dağın zirvesine çevirdiğinde ışığın hala parladığını gördü. Daha yolun başında olduğunu ve zor bir tırmanışa başladığını düşününce verdiği kısa molayı bırakıp ilerlemeyi sürdürdü.
Işığa doğru attığı her adımda orman daha da sıklaşarak ilerlemesini baltalıyordu şimdi de. Ama merakı bu zor durumu da aşmasını sağladı ve zorlu tırmanışa devam etti.
Sık ağaçların arasında bin bir zorluk ile ilerlerken aniden bir melodi çalındı kulağına. Daha önce hiç duymadığı tarzdaydı. Bir kavaldan çıktığı anlaşılan bu sesin fantastik bir yanı vardı. Daha önce hiç duymamış olsa da çalan müziğe kaptırmıştı kendini. Sanki bir yanı hep bu sesi arıyor ama bir türlü bulamıyordu. Çıktığı yerden dönüp arkasına baktığında karanlıklara gömülmüş olan şehrin çok geride kaldığını gördü. Yağmur kesilmiş ama şimşeklerin öfkesi hala dinmemişti. Zirveye yaklaştıkça kaval sesi daha da artıyor ve müziğe eşlik eden gülüşmeler de duyuluyordu. Bu durum zaten onu ele geçirmiş olan merak duygusunu daha da perçinliyordu.
“Zirvede yaşayan bir çoban olsa gerek. Boşu boşuna buralara kadar geldim.” diye söylendi kendi kendine. “Ne olursa olsun. Buraya kadar geldim. O ışığın ve sesin ne olduğunu görmeden buradan dönmem.”
Önüne set çeken ormanı aşıp zirveye ulaştığında yağmur dinmişti. Dağın zirvesi düzdü ve yürümeye elverişliydi. Kısa bir süre oturup soluk alıp verişini düzenledi. Evinin balkonundan gördüğü ışığın derme çatma bir kulübeden geldiğini gördü ve oturduğu yerden kalkarak ışığın geldiği yöne doğru ilerledi. Kulübenin çevresinde bir sürü kişi çalan kaval eşliğinde dans ediyordu. Yetersiz ışık nedeniyle çok seçilemese de bu karartı olarak gözüken kişilerin dans ettiği anlaşılıyordu. Seri adımlar ile kulübeye yaklaştı ve gördüklerine inanamayarak gözlerini ovuşturup tekrar bakmak zorunda kaldı. Ama gördükleri gerçekti. Kulübenin etrafında dans eden kişiler birer insan değildi. Bu kişilerin belden aşağısı keçi, belden yukarıları ise insandı. Başlarında kıvrımlı boynuzları ve çenelerinde uzun sakalları vardı. Gördüğü manzara nedeniyle bir anda kaçma isteği doğdu içinde. Tam sessizce arkasını dönüp kaçacaktı ki içlerinden biri onu görüp yüksek ses ile diğerlerine seslendi.
“Hey, şuraya bakın. Biri daha geldi.”
Yarı keçi, yarı insanlar ona doğru koşarak yanına ulaştılar. Onlardan korktuğunu anladıkları için ikişer adım geri durmuşlardı.
“Korkma ahbap. Bizler dostuz. Şimdi seni Silenus’a götüreceğiz ve her şeyi anlayacaksın. “
Duyduğu korku nedeniyle anlamakta zorluk çekse de yarı keçi, yarı insan varlıkların birkaçı onu kolundan tutarak ışığın geldiği kulübeye soktular. Kulübenin içi hiç de dışından gözüktüğü gibi değildi. Dışarıdan harabe gibi gözüken bu kulübe içine girince bir sarayı andırıyordu. Dışarıdan hiç belli olmadığı kadar büyüktü. İçeride de aynı şekilde yarı insan, yarı keçi varlıklardan vardı. Kaval sesi her yeri sarmıştı. Koridorun sonunda tahtta oturan iri yarı bir adam çevresinde peri olduğu anlaşılan birkaç varlığın elinden üzüm yiyip şarap içiyordu.
“Silenus bu olsa gerek,” diye düşündü.
Koridoru aşıp iri adamın önüne geldiklerinde onu kolundan tutan varlıklar eğildi ve onu da eğilmesi için aşağı çektiler. Çöktüğü yerden başını kaldırıp iri adama bakınca yassı burunlu ve iri dudaklı yüzünün ona dönük olduğunu görüp tekrardan başını yere eğdi.
“Yüce Silenus, bu kişi yeni geldi. Siz Yüce Efendimiz ile tanıştırmak için buraya getirdik. “
Silenus oturduğu tahttan sallanarak kalkıp başlarına dikildi. Gözlerinin kıpkırmızı olmasından sarhoş olduğu anlaşılıyordu. İri elini sallayarak yarı keçi, yarı insan varlıklara uzaklaşmalarını anlatan bir hareket yaptı.
“Kalk! “dedi gür bir sesle.
Çöktüğü yerden kalkarak Silenus’un yüzüne baktı.
“Kimlerdensin?”
Bu soru karşısında ne diyeceğini bilemiyordu. Ne anne tarafını ne de baba tarafını tanıyordu. Sadece yakın ailesini tanıyordu.
“Anladım, sen henüz kim olduğunu bilmiyorsun.” parmaklarını şaklatarak arkadaki perilerden sürahiyi getirmelerini istedi. “Al şunu iç bakalım kimlerden olduğunu görelim.”
Kendine uzatılan sürahiyi başına dikerek büyük yudumlar ile içindeki şarabı mideye indirdi. Başı daha önceden hiç dönmediği kadar dönmeye başladı. Bu şarap daha önceden içtiği hiçbir şaraba benzemiyordu. Gözleri karardı ve aniden kendini yerde buldu. Bedeni karıncalanarak beyninin ona hükmetmesine engel oldu. Ayağındaki botlar fırlayarak Silenus’un oturduğu tahtın önüne kadar fırladı ve ayakları gözlerinin önünde toynağa dönüştü. Pantolonu parçalanıp bacaklarını çıplak bıraktıktan sonra kıllandı ve dizleri büküldü. Başının üstünde iki nokta karıncalanıp kaşındı ve sert cisimler içeriden fışkırarak kıvrık bir şekil oluşturdu.
Dönüşüm tamamlandığında düştüğü yerden kalktı. Yeni bedenine alışması birkaç dakikasını almıştı. Silenus ona yaklaşıp omzunu kavradı ve etrafını usul adımlar ile turladı. Bunu yaparken de onu kokluyordu.
“Hmmm, sajkanszn. Atalarını tanırdım.” dedi.
Zihni bulanmıştı. Kimdi bu adam? Ona nasıl bir içki vermişlerdi de kendini böyle görebiliyordu?
“Hala buna inanmıyorsun değil mi? Sen de benim halkımdansın. Ben Silenus. Şarap ve bereket tanrısıyım. Sen ve senin gibi satirler benim himayemdedir. Şimdi arkamda açılacak olan geçitten geçerek kendini ispatlaman gerek. “ dedi ve parmağını şaklatıp ardını döndü.
Silenus’un bu hareketinden sonra arkasındaki taş duvar aniden hareketlendi. Taşlar göze hoş gelecek bir biçimde sarmal oluşturarak başka dünyaya açılan bir kapı yarattı.
“Haydi, kapıdan geçip kendini ispatla.” diye haykırdı Silenus.
Gördükleri sonrasında şaşırmış aynı zamanda da korkmuştu. Açılan kapıya pek aceleci olmayan adımlarla yaklaştı. Gördüğü manzara hayranlık uyandırıcıydı. Yemyeşil meralar göz alabildiğince uzanıyordu. Güneş tam tepede, manzaranın ortasından akan nehirden yansıyarak göz kamaştırıyordu. Bu nehrin tam üzerinde ahşap bir köprü vardı. Ne yapacağını anlamadan arkasına döndü.
“Ne yapacağım?” diye sordu Silenus’a Silenus çirkin suratını buruşturup kaşlarını çatarak, “Köprüden geç!” dedi.
Kapıdan geçip geniş merayı aşarak köprünün başına ulaştı. Köprünün diğer tarafında onu bekleyen sıska keçiyi gördü. Keçi, sıska olmasına rağmen diri duruyordu. Köprüden geçmek için adım attığında, keçi üzerine doğru koşmaya başladı ve köprünün ortasına gelince aniden durdu. Sonunda ne yapması gerektiğini anlamıştı. Elini başına götürerek, bedeninin yeni oluşumlarına dokundu. Boynuzlarına. Silenus’un istediği, keçi ile boynuzlarını tokuşturarak mücadeleye girmesiydi. Köprünün ortasında, sürpriz misafirini bekleyen keçiye doğru başını eğerek kısa bir selam verdi. Keçi de başını öne eğerek karşılık verdi. Selamlaşma sonrası keçinin boy hizasına gelecek şekilde belini büktü ve hızlı biçimde koşmaya başladı. Keçi de saldırı pozisyonu alarak hızlandı. İki kalp atış süresi geçmişti ki boynuzların birbirine çarpmasından oluşan tok bir ses boş merayı doldurarak ağaçlardaki kuşların havalanmasına neden oldu. Çarpışmanın etkisiyle ikisi de aksi yönlere savruldu. Ama kısa sürede toparlanıp ikinci tokuşmayı yaptılar, ardından üçüncüyü. Dördüncü vuruştan sonra olduğu gibi yere yığıldı. Arkasındaki kapıdan gelen kahkaha ve tezahürat sesleri duydu.
“Kalk yerden ve kendini ispatla!” diye bağırdı Silenus.
Çarpışmanın etkisiyle başı inanılmaz derecede ağrıyordu ve her şeyi çift olarak görüyordu. Onu yere seren keçi, zafer kazanmış bir komutan edasıyla, göğsünü kabartarak kendi etrafında dönüyordu.
“Kalk dedim sana!” diye bağırdı Silenus tekrardan.
Silenus’un direktifiyle olduğu yerde doğrularak ayağa kalktı. Başı hala dönüyordu. Köprünün halatlarına bir süre tutunarak ayakta kalmaya çalıştı. Kendine geldiğinde iyice gerildi ve hazır pozisyona geçmiş rakibine baktı. Rakibi de sevincini bitirmiş, hazır bir şekilde onu bekliyordu. İyice gerilerek rakibine doğru hamle yaptı. Yine köprünün ortasına doğru iki boynuzun birbirine vurmasından ötürü çıkan ses yankılandı. Bu kez iki rakip birbirinden ayrılamadı. Çünkü tokuşan boynuzlar birbirine kenetlenmişti. Keçi, kendini rakibinden kurtarabilmek için kafasını bir o yana bir diğer yana sallıyordu. O da hem keçiden kurtulabilmek hem de onu savurabilmek için uygun bir an bekliyordu. Arkalarındaki meraklı izleyicilerin tezahüratları şimdi yerini bahse bırakmıştı.
“Keçi yenecek!”
“Hayır, satir yenecek görmüyor musun?”
Bu yaşananlar sırasında keçi debelenmekten epey yorulmuştu. Bu sebeple hareketlerindeki hız epey düştü. Çok zaman geçmemişti ki beklediği boşluğu yakaladı ve hamlesini yaptı. Yorulan keçiyi ittirerek geldiği yöne doğru sürmeye başladı. Keçi ona direnmeye çalışsa da toynakları ahşap köprünün zeminine tutunamıyordu. Keçi son kez hamle yapmaya çalıştı ama onun hamlesini başını savuşturarak önledi. Birbirine kenetlenen boynuzlar çözüldü ve keçi köprüden aşağı yuvarlanarak nehrin serin sularına düştü. Arkasındaki tezahüratlar alkışla karışmıştı. Yorgunluktan nefes nefeseydi. Başını kaldırarak soluğunu topladı ve köprüyü hızla geçerek hedefini tamamladı. Onu alkışlayan kalabalığa doğru dönerek gülümsediği sırada omzuna dokunan bir el hisseti.
“Tebrikler kendini kanıtladın.” dedi tok bir ses tonu ile Silenus.
“Ama sen, sen buraya nasıl geldin? Az önce arkada değil miydin?”
“Tanrı olduğumu söylemiştim. Bu kadar basit şeyleri yapamayacağımı mı sanıyorsun?” dedi ve memnun bir şekilde elini sıkarak tebrik etti.
Başını Silenus’a memnun bir şekilde salladığı sırada, geniş meraları elektronik sesler sarmıştı. Bu seslerin nereden geldiğini anlamaya çalışırken suyun fokurdama sesi ile kendine geldi. Üzerinde durduğu tahta köprü, onun altından geçen nehir, geniş meralar ve masmavi gökyüzü gitmişti. Kendini tekrardan balkonunda buldu.
O, yağmuru izlemek için balkona çıktığı vakit, dağın tepesinde hiç görmediği bir ışık gözüne çarpınca, az önceki olayları zihninde yaşamıştı. Elektriklerin gelmesiyle daldığı hayallerden uyanarak üşüdüğünü hisseti.
“Elektrikler de geldiğine göre içeri girip biraz ısınayım ve bir çay koyayım.” dedi kendi kendine.
İçeri girmek için hareketlendiğinde başının döndüğünü ve hayalinde boynuzlarının olduğu yerlerin ağrıdığını hisseti. Eli ile boynuzların olması gereken yeri yokladı. Fakat boştu. Kurduğu hayalden çok etkilenmiş olacağını düşündü ama yaşadıkları ya gerçekse.