Yaşam çoğunlukla insanlara güzellikler ve mutluluklar sunmaz, bunun yerine onları acı ve keder dolu bir yoldan geçirir. İnsan, karşılaştığı çoğu travmatik gerçeklikle baş edemez ve bunlardan bir nevi kaçmaya çalışır. Bu kaçış genellikle yüzleşmeme ve üzerine düşünmeme şeklinde pratik edilmeye çalışılsa da bu ekseriyetle mümkün olmaz. Bu mümkün olmadığında ise devreye beyin, dolayısıyla bilinçaltı girer.
Gerçeklikle baş edemediği vakit bilinçaltının inşa ettiği düşlere sığınma konusunu beyaz perdeye taşıyan pek çok yapım mevcuttur. Ancak bu yazıda The Fali (2006) ve Sucker Punch (2011) isimlerini taşıyan iki yapım incelenmiştir. Filmlerin her ikisi de gerçek ve düş arasında, birbirlerine eklemlenen kurguların bir üst kurguda birleşmesi şeklinde ilerlemektedir. Karakterler yaşadıkları travmalara karşı güvenli bir liman olarak inşa ettikleri düşlerini, maalesef ki gerçekte yaşadıklarının etkisine göre şekillendirmekten kurtulamıyorlar. Nihayetinde her iki yapımda da kavranması gereken en temel ilke; düşlerin ve gerçeklerin birbirlerine ikame edilebilecek kavramlar değil, bilakis birbirlerine içkin olduklarıdır.
Yazıya devam etmeden önce şunu belirtmem gerekir ki metin doğal olarak spoiler içerecektir, bu yüzden önce filmlerin izlenmesini tavsiye ederim. Ayrıca yazıyı çok uzun tutmamak ve seyircinin de kendi yorumlarının oluşabilmesine imkan tanımak adına, filmlerdeki her detayı ele almayacak belli başlı hususlara değineceğim.
İlk olarak The Fali ile başlamak gerekirse, filmin yönetmen koltuğunda Tarsem Singh oturmaktadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki 2006 yılında yapılan film, 2008 yılındaki gösteriminde pek çok sinemaseverin hayranı olduğu David Fincher tarafından sunulmuştur. Çekimler dört yıl süreyle on sekiz farklı ülkede gerçekleştirilmiştir.
Filmde iki ana karakter karşımıza çıkıyor; bunlardan ilki Roy, ikincisi ise Alexandria. Yapım, bir dublör olan Roy’un çekimler sırasında attan düştüğü sahneyle başlamaktadır. Tabii bu süreçte kullanılan müzik ise Beethoven’ın 7. Senfoni’si. Bu eser üzerine ise Beethoven’ın buhranını simgelediği ve onu “düşüş” olarak nitelediği söylenmektedir. Yani henüz filmin daha başında anlatının “düşüş”e odaklandığı, sürekliliğini koruyan bir umutsuzluk ve karamsarlık üzerine temelleneceği ortaya konmaktadır. Nitekim Roy, bu kazadan sonra sakat kalmakta ve hastaneye kaldırılmaktadır. Diğer karakterimiz Alexandria ise portakal toplarken ağaçtan düşmekte ve o da aynı hastaneye kaldırılmaktadır. O da Roy gibi bir düşüş neticesinde kendini anlatının içinde bulmaktadır. Kurgu devam ederken henüz bir çocuk olan Alexandria hastane içerisinde dolaşmaya başlamakta ve nihayetinde Roy ile tanışmaktadır. İkilinin ilişkisi çekimser bir sohbetle başlasa da Roy’un samimi tavrı ve küçük kıza hikaye anlatması aralarındaki ilişkiyi başlatmaktadır. İki katmanlı olarak ilerleyen eser, hastanedeki gerçeklik ve masaldaki düşsellik üzerinden iki anlatı sunmaktadır.
İkilinin ilişkisi ilerlerken aslında Roy’un farklı bir amacı olduğunu görüyoruz. Sakat kalan, hem kariyerini hem de kız arkadaşını kaybeden genç adam depresyona giriyor. Bunun neticesinde yaşama duyduğu kayıtsızlık onu intihar etme düşüncesine sevk ediyor ki Alexandria burada devreye giriyor. Roy, küçük kıza masal anlatıp onun güvenini kazanmak ve ondan intihar edebilmesi için gerekli olan ilaçları istemek niyetindedir. Aslında bir nevi Bin Bir Gece Masalları’nın ters yüz edilmesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Şehrazat hayatta kalabilmek için masal anlatırken Roy, ölmek için masal anlatıyor.
İkilinin ilişkileri ilerlerken bir sahnede, dışarıdaki bir atın gölgesinin pencereden içeriye ters yansıdığını görüyoruz. Burada akıllara Platon’un mağara mitosu geliyor ki bu alegoride gerçeklerin gölgelerini hakikat sanmak fikri temeldedir. Yani aslında Roy’un anlattığı masalın hakikatin bir yansıması olduğu, onun bilinçaltının dışavurumu olduğu; ancak gerçek olmadığı, tüm buhranına rağmen içinde bir yaşam istenci taşıdığını vurgulamaktadır.
Nitekim Roy’un anlattığı masaldaki karakterler, Alexandria’nın çevresindeki insanlar tarafından karakterize edilmektedir. Yani burada başta da belirttiğimiz düş ve gerçekliğin mündemiçliği ortaya çıkmaktadır. Genç delikanlının bilinçaltından kurguladığı düş, küçük kızın bilincinde olduğu gerçeklikle iç içe geçmektedir. Bu nedenle masaldaki karakterlerin lideri Maskeli Haydut, Roy’la özdeşleşmekte ve ilerleyen süreçte Roy’un kendisi, babasını kaybetmiş olan küçük kız için bir baba figürü haline gelmektedir. Masaldaki bir diğer karakter Charles Darwin’dir. Darwin’in yanından hiç ayırmadığı Wallace isimli bir maymunu vardır ki bu Alfred Russel Wallace’a bir referans. Bu isim vaktiyle Darwin’le beraber evrim üzerine çalışmalar yapmış, bazı iddialara göre fikirleri Darwin tarafından çalınmıştır. Bunun timsalini ise Darwin’in maymunundan aldığı fikirleri kendi fikirleriymiş gibi söylemesi şeklinde filmde görüyoruz.
Bir başka karakter Otto Benga ise Ota Benga’yı temsil etmektedir. 1904 yılında Amerika’da “insana en yakın ara geçiş formu” olarak sergilenmek üzere getirilen bir pigmedir. Benga yaşadığı zulme dayanamamış ve intihar etmiştir. Filmde ise zincirlerinden kurtulan bir köle olarak temsil edilmiştir. Bir diğer karakterimiz Hintli’dir. Çok güzel bir prenses olan ve bu nedenle bir sultan tarafından alıkonulan Rani Padmini’nin hikayesinden esinlenen karakter, filmde çok güzel bir kadınla evlidir. Ancak karısı tüm karakterlerin ortak düşmanı olan Vali Odious tarafından alıkonulur. Diğer karakterler ise bir bomba uzmanı olduğu için Vali tarafından toplumdan tecrit edilen Luigi ve isminin manasını tam anlamıyla taşıyan, hakkında en az şey belirli olan Mystic’tir.
Karakterlerin her biri küçük kızın gerçekliğinde ona dokunan kişilerle özdeşleşir, hem doğrudan hem dolaylı olarak. Bu noktada küçük kızla bir ilgisi olmasa bile kötü adam olan Vali’yle özdeşleşen Roy’un kız arkadaşını çalan Sinclair’dir. Artık gerçek ve düş iyice iç içe geçmiştir ki kurgu hem gerçekte Roy’un intihar etmek için Alexandria’dan ilaç getirmesini istemesi hem de masalda ekibin Vali’den intikam almaya çalışması şeklinde ilerler. Dublörün psikolojisi hiç iyiye gitmez, intihar isteği artar ve direnci giderek düşer; bu nedenle de masal giderek daha karanlık bir muhtevaya bürünür. Karakterlerin başına türlü musibetler gelir. Anlatı ilerledikçe işler yolunda gitmez, Roy’un intihar girişimi başarısız olur. Üstelik ona yardım etmek isteyen Alexandria ilaç çalmaya çalışırken düşer ve ağır bir ameliyat geçirir. Hikayedeki ikinci düşüş kısmı budur. Karanlık giderek yükselir, umutsuzluk ve çaresizlik had safhaya çıkar. Karakterler ruhen neredeyse tamamen çökmüş durumdadırlar. Küçük kız masalın bitmesini istemektedir; fakat Roy için yaşamın kendisi bitmiştir. Tek derdi fiziksel olarak bu işkenceye bir son verebilmektir.
Masalın sonunu getirmek adına devam ederken tüm karakterler ölmeye başlar, Vali kazanmaktadır. Küçük kız bunu bir türlü anlamlandıramaz ve kabul etmez. Roy’a durması için yalvarır, onlar ölmeyi hak etmiyordur. Ancak genç delikanlı için durum tamamıyla farklıdır. Onların hepsi ölmeli ve kötü adam kazanmalıdır. Çünkü Roy’un tek bildiği budur, kötü adamlar gerçek hayatta kazanmış ve artık onun hak ettiği tek şey ölümdür.
Ölümün ve yaşamın, umudun ve buhranın, mücadelenin ve pes etmenin dikotomisini seyircinin iliklerine kadar işleyen kurgunun nihayetinde Alexandria kazanır. Roy küçük kızın bu masaldan ne kadar çok etkilendiğini fark eder, onun yaşamdan aldığı hazzı görür. Müthiş bir bilince varır ve düşünceleri tamamıyla değişir. Roy düşüşten sonra kalkar ve artık yaşamı kabullenir.
Yazının başında da değindiğimiz üzere travmatik gerçekliğin yıkımından kaçınmak için sığınılan düşsellik, gerçekliğe göre dönüşüm geçirir. Bu mefhumlar birbirlerinden ayrılmaz oldukları için, biri kaybolduğunda diğeri ona yolunu gösterir.
Sucker Punch ise yakın dönemde “Release The Snyder Cut” naralarıyla sosyal medyanın çalkalanmasına neden olan Zack Snyder tarafından yönetilmiştir. 2011 yılında vizyona giren film çıktığı dönemde, içerdiği bilimkurgunun bir alt türü olan steampunk sahnelerle dikkatleri üzerine çekmiştir.
Hikâye oldukça karanlık başlıyor. Ana karakterimiz Babydoll kız kardeşiyle birlikte annesinin öldüğünü öğreniyor. Ardından gelen sahnede babanın, annenin vasiyetini okuduğunu görüyoruz ki tüm varlığını kızlarına bıraktığını söylüyor. Bu noktadan sonra işler sarpa sarıyor, baba önce Babydoll’a gidiyor ancak kızın karşılık vermesinden sonra onu odaya kilitliyor. Sonrasındaysa küçük kız kardeşe yöneliyor, ablası ise camdan kaçmaya çalışıyor. Maalesef Babydoll kardeşini kurtaramaya çalışırken kardeşini vuruyor, baba kontrolü ele alıp cinayeti onun üstüne yıkıyor ve onu bir akıl hastanesine gönderiyor.
Asıl hikâye burada başlıyor, üç katmanlı anlatının ilk katmanıyla tanışıyoruz; yani akıl hastanesindeki gerçeklikle. Burada Babydoll’un dikkatini bazı eşyalar çekiyor ki bu nesneler (harita, ateş, bıçak, anahtar ve henüz bilmediği bir şey) düşsel katmanlarda birer temel haline geliyor. Esas kızın her şeyi unutması için -ki böylelikle miras kolaylıkla babaya intikal edebilecek- ona lobotomi yapılacağı söyleniyor ve tam gerçekleşme esnasında ikinci katmana geçiyoruz. Burası perde arkasında bir genelev işletilen, zenginler ve elitler için bir kulüp. Babydoll buraya getiriliyor ve diğer karakterlerle tanışıyor: Sweet Pea, Rocket, Blondie ve Amber. Burada kızlar onlara ne denirse ona yapıyor ve istismar ediliyorlar. Babydoll’un onlara sunduğu kaçma fikri başta korkutucu olsa da sonrasında birlikte oradan çıkabileceklerine dair bir inanç gerçekleştiriyorlar. Planlarının ilk kısmında ise Babydoll’un söylediği objeleri elde etmeleri gerekiyor, bunun için de tek bir yol var: Babydoll dans ederken herkes hipnotize olacak ve bu sırada diğerleri nesneleri çalacak. Tam da bu noktada üçüncü ve fantastik olan katman ortaya çıkıyor.
Aslında akıl hastanesinden kaçmaya çalışan kızlar, düşsel katmandaki kulüpten de eş zamanlı olarak kaçmaya çalışıyor. Bunun içinse kullanılan Babydoll’un dans etmesi. Dans arkaik bir olgu olması itibarıyla ritsel bir anlam da taşımaktadır ki çoğu büyü pratiği içerisinde dans hareketleri barındırır. Bu noktada Babydoll’un yaptığı dansın da bir çeşit büyülü ritüel pratiği olduğu söylenebilir ki nitekim üçüncü katmana ancak o dans ettiği vakit geçiş yapabiliyoruz. Yani gerçekliğin düşselleştirildiği katmanın, düşselleştirildiği katmana. Fakat şöyle bir problem var ki katmanlar arasındaki ilişki The Fall’da olduğu kadar belirgin değil, yani kimi yerde seyirci neyin gerçek neyin düş olduğunun ayrımına varamıyor.
Filmin odağında kadının objeleştirilmesinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim birer seks objesi olarak görülen ve tek gayelerinin erkeklerin arzularını doyurmak olması beklenen kadınlar, bulundukları yerde yalnızca birer mahkumlar. Bu nedenle de filmde kullanılan kostümler oldukça feminen yönlere sahip. Tabii bazı görüşlere göre bu durum aslında filmin adının taşıdığı anlamın sebebidir. “Sucker punch” tabiri “beklenmedik anda gelen yumruk” minvalinde bir anlama sahiptir. Bu noktada erkeklerin hazlarına hapsolmuş kadınlara dair bir film izlediğini sanan erkek seyirci, sırf kadınların sahip olduğu bu feminen görüntünün hazzını yaşayabilmek için onları izleyecektir. İşte tam burası seyircinin “suckerpunch”landığı yer.
Hatta bu konuda Snyder’a kızları neden bu şekilde giydirdiği sorulduğunda, onları kendisinin değil seyircinin giydirdiğini söylüyor. Filmi izlemeye giden erkek seyirciler, tıpkı filmde geneleve giden erkekler gibi kendilerini tatmin edecek bir şov izlemeye gidiyorlar. Ayrıca pek çok kişi kadınların seksüelitelerinden ödün vermeden, maskülen bir ruh tarafından ele geçirilmeden bir aksiyon filminin başrolünde olmalarını olumlu karşılamıştır. Bu noktada bu filmin tamamıyla bir “şov” olduğunu anlayabiliyoruz. Nitekim filmin başlangıcında Babydoll’u bir sahnede görüyoruz, ardından kurgu akmaya devam ediyor. Yani Snyder bize fısıldıyor: “Evet, hepsi bir şov.”.
Filmin nihayetinde görülüyor ki akıl hastanesindeki kadınlar istismar ediliyor ve filmdeki tüm düşsellik Babydoll’un bundan kaçmak adına kurduğu fantezilerden ibaret. Ancak şu var ki hikayenin tam olarak kime ait olduğu net değil, çünkü Sweat Pea da tıpkı ilk sahnedeki gibi; filme bir tiyatro sahnesinde bir lobotomi sekansıyla dahil oluyor ve filmin sonunda sadece onun kurtulabildiğine tanık oluyoruz. Bu nedenle aslında Babydoll dahil filmdeki her şeyin Sweat Pea’nın gerçekliğinden kaçmak için kurguladığı bir düşsellik olduğunu düşünebiliriz. Nitekim Babydoll, Sweat Pea’nın başkaldıran personasını temsil eden bir karakterden ibaret olabilir ki her ikisi de nihayetinde, kız kardeşleri yüzünden oradalar ve her ikisi de kardeşlerini kaybediyor. Filmle ilgili pek çok teori olsa da kesin olan şu ki bir kez daha, gerçeklik ve düşsellik birbirine içkindir.
Her iki yapım da genel itibariyle gerçek hayatta onlara çok fazla gelen olaylara karşı düş kurgulayarak tepki veren karakterler odağında ilerliyor. Çok katmanlı yapılarla farklı ama paralel anlatıların ilerlediği filmler, üzerlerine pek çok yorum getirilebilse de temelde yalnızca bir ilkeyi taşıyor: Gerçek ve düş birdir. Fantezileştirilen dünyalar her ne kadar gerçeklikten uzak görünse bile, aşikar bir biçimde karakterlerin gerçek hayatlarındaki kişi ve olaylara göre ilerledikleri görülüyor. Bu nedenle de aslında insanın kaçmak için araçsallaştırdığı bir eylem, yalnızca gerçeğin farklı bir versiyonu, hakikatin bir gölgesi olmaktan ileriye gidemiyor.