Johann S chmidt uyanır uyanmaz pencereye yönelmişti. Dışarı baktığında karla kaplı çatıları gördü. Ekim ayının sonunda ilk kar taneleri yeryüzüne inmişti. Almanya’nın güneyinde yaşayan insanlar bu tarihte kar görmeye alışıktı. Johann Schmidt ise beyaz manzarayı görür görmez çocuksu bir heyecanla pencereyi açtı. Kafasını dışarı çıkarıp soğuk havayı burun deliklerinden içeri çekti.
Singen ufak bir kasaba olmasına rağmen düzen içinde yaşamayı seven insanlar için yeterliydi. Şimdilik kirli şehir atmosferinin dışındaki bu yerde yaşayan insanlar, suyun temiz ve havanın ferah olmasından oldukça memnundular. Johann da bu insanlardan biriydi.
Kendisi kasabada küçük bir kilisesinin org icracısıydı. Geçmişten bugüne Pazar ayinlerine düzenli katılan Schmidt ailesi, çocuğunun müzik yeteneğini keşfetmiş ve lise dönemindeki Johann’ı org kursuna göndermişlerdi. Baba Schmidt, Johann’ın kiliseyle bağlarının kopmasını istemediğinden, enstrüman tercihini kilise orgundan yana yapmıştı.
O günün karlı sabahında, Johann aralanmış pencerenin önünde kuşburnu çayı ve kızarmış ekmekle kahvaltısını yaparken pencerenin önündeki sığırcık kuşlarını izliyordu. Kuşlar tedirgince sağa sola bakıyorlardı. Onları keyifle izleyen Johann, kuşlar için daima pencere önüne bir kap su koyar ve ekmek ufalardı.
Kahvaltısını bitirdikten sonra hazırlanıp Pazar ayinine gitmek üzere evden çıktı Karın sert havası onu kendisine getirmişti. Yollar buzla kaplanmıştı. Bununla beraber çevrede müthiş bir sessizlik vardı. Kar doğadaki sesi yalıtmıştı.
Ayağına giydiği kunduralar havaya uygun olmadığından, Johann kiliseye gidene kadar tökezledi durdu.
Kiliseye varınca karla kaplı avluyla karşılaştı. Binanın sivri çatısının üstündeki tombul kar kütleleri insanın içini ısıtan bir manzara yaratıyordu. Çocuklar avluda kartopu oynuyorlardı.
“Günaydın Bay Schmidt!” diye bağırdılar soğuktan yüzleri kıpkırmızı olmuş çocuklar.
Kilisenin içinde tek tük insanlar oturuyordu. Saint Maria Kilisesi kasabanın merkezindeki kiliselere göre genelde daha tenha olurdu. Bölgedeki yerleşim yerlerinin az olmasından kaynaklanıyordu. Johann ise kilisenin sakin olmasından oldukça memnundu. Yapının içindeki nesneler azaldıkça çaldığı orgdan çıkan büyüleyici ses havada daha rahat dolaşıyordu.
Johann üst kata çıktıktan sonra orgun önünde durup tuşların üzerini cebinden çıkardığı mendille sildi. Ahşap kokusunu içine çekti ve çantasından notalarını çıkartıp sehpanın üzerine koydu. Ayin başlayana kadar burada bekleyecekti.
Saint Maria Kilisesi ikinci dünya savaşından yirmi yıl kadar önce inşa edilmişti. Yapı küçük olmasına rağmen içerisi oldukça iyi düzenlenmişti. İsa, Meryem ve 12 Havarinin tabloları kenar duvarlara yerleştirilmişti. Asıl dikkati çekense tavandaki resimler ve anlatılmak istenen hikâyeydi. İsa’nın doğumundan başlayıp çarmıha gerilişine kadar olan hikâyesi tavanda resmedilmişti. Kasabanın ünlü ressamı tarafından boyanan tavan gerek renklerin ustaca kullanılması bakımından gerekse gerçekçi görünümünden ötürü kasaba halkı için oldukça özeldi.
Kilise orgunun devasa boruları titreştiğinde ses mekânın içerisinde dolaşmaya başladı. Johann başlangıçta Frescobaldi’den bir eser çaldıktan sonra, ayine geçildi. Sevgi üstüne konuşuluyor, ardından ilahiler söyleniyordu. Sevgi, Johann için önemli bir kavramdı. Fakat onun aklındaki sevgi, kilisenin kastettiği tanrı sevgisinden farklıydı. Mutluluksa onun için sevginin devamındaki duyguydu. Camın önüne kuşlar için koyduğu su ve ekmek kırıntılarını hatırladı.
Sıra tekrardan Pazarın huzurlu ayinini puslu ve kristal tınısıyla taçlandırması için kilise orguna gelmişti. Tam oan Johann bir ses işitti:
“leh ruf zu dir, Herr Jesu Christ.” (Sana sesleniyorum, İsa Mesih.)
Ses, boruların içinden fısıltı olarak geliyordu. Johann bunun bir istek olduğunu düşündü. Ama kim, neden istiyordu bunu çalmasını? Sessizlikten insanların orgu bekledikleri anlaşılıyordu. Johann parmaklarını tuşların üstüne koyduktan sonra, korkusu ve zamanının kalmamasından ötürü istenen parçayı çalmaya başladı.
Garip bir his bedenini sarmıştı. Ses kilisenin figürlerinden, kolonlarından çok, aklının derinliklerinde, hayallerinin dip köşelerinde titreşiyor gibiydi. Orada oturmuş orgu çalarken yalnız olmadığını biliyordu. Karşısında orgun borularından çıkmaya devam eden gri renkteki şeyler varken bunu anlamak zor değildi.
“Sessiz olun, yavaş inin.” diyorlardı bu ‘şeyler’ kısık sesle.
Sayıları elliden fazla olmasına rağmen her biri çatı katındaki org bölmesinde kendilerine yer bulmuştu. Şimdi gözlerini Johann’a dikmiş, parçayı bitirmesini bekliyorlardı. Johann esere devam ediyor, göz ucuyla da saniye başı gri ‘şeylere’ bakıyordu. Yaşadığı gerginlikle yanlış tuşlara bastığı oluyordu.
Eser bittiğinde Johann sandalyesinden kalkıp sessizce bölmenin köşesine gitmek istedi. Fakat bütün köşelerin tutulduğunu görünce bundan vazgeçip hepsinin ortasında kalakaldı. Aşağıdan ayinin sesleri gelmeye devam ediyordu. Johann şimdi gri ‘şeylere’ göz ucuyla değil daha net biçimde bakıyordu. Tıpkı insanın yüzüne benzeyen yüzleri vardı. Bedenlerinin aşağısına doğru görüntüleri silikleşiyor ve saydamlaşıyordu. Johann incelemesine devam ederken aralarından biri sessizliği bozdu:
“Yıllardır çaldığın orgun borularında seni dinliyorduk. Biz kilise orgunun ruhlarıyız.”
Johann yaşadığı olağanüstü durumu kavramaya çalışırken ayinin gidişatını da takip etmeye devam ediyordu. Eser arasına yaklaşık beş dakika kalmıştı.
“Neden bunca yıldır gözükmeyip bugün ortaya çıktınız?” diye sordu Johann.
“Senle bazı konular hakkında konuşmak ve düşüncelerimizi paylaşmak istedik. Aslında Couperin’in ruhu beni ikna edinceye kadar bu fikre pek ılımlı bakmıyordum. Bu konu gene bir pazar ayininde demin senden istediğimiz parçayı çalmanla başlamıştı. Bütün ruhlar parçayı yorumlayışından etkilendi. Ama bu etkilenme kısa zaman sonra huzursuzlanmamıza neden oldu. Devamında yaptığımız toplantılarda bu konu hakkında defalarca konuştuk fakat huzursuzluğumuzun nedenini bulamadık. Ardından nedenini bazı ruhlar yaşanmışlığının getirisine, bazısı müzik eğitiminin esneklikten uzaklığına, bazısı da âşık olma gerginliği içinde olmana bağlamıştı. Bugünse hepimiz huzursuzluğumuzun nedeniyle ilgili aynı karara vardık. Ölüme odaklanıyorsun Johann.”
Aşağıda vaazını bitiren papaz ve onu dinleyenler tekrardan kilise orgunun girmesini bekliyorlardı. Johann bu sessizliği duyar duymaz orgun taburesine koştu. Gıcırdayan tahtaların sesi aşağıdaki sessizliğin içinde yankılandı. Paniklemiş halde ne çalacağını bilemeyen Johann, o anda ruhlardan bir parça önerisi daha aldı. Bach’ın ruhu öne çıkıp Johann’dan çalmasını istedikleri şarkıyı alçak sesle söyledi:
“Erbarm dich mein, oh herre Gott.” (Merhamet et, Tanrım.)
Johann’ın bedeni söylenen parçayı duyunca istemsizce titredi. Bedenindeki değişimi fark eden ruhlar pürdikkat onu izlerken sessizlikten huzursuzlanan insanların da aşağıdan fısıldaşma sesleri geliyordu. Zaman çakılıp kalmışçasına Johann’ın karar vermesini bekliyordu.
“Nasıl?” sorusu geçti Johann’ın aklının derinliklerinde.
“Her gece ıstırapla yatakta kıvranışımın altında yatan en derin korkumu nasıl anladılar, üstelik bu korku insanın kalbinin ve beyninin en derin kısmında gizliyken? Ruhlar beni kandırmak istiyor. Ama çalmaktan başka çarem yok.”
Johann’ın titreyen parmağı ilk notayı çalmak üzere eski orgun tuşuna bastığında eser başladı. Johann’ın bundan sonra gördükleri veya yaşadıkları aklına hızla üşüşen hayaller silsilesiydi.
***
Çayırda koşmaya başladığında gün sona yaklaşıyordu. Çimenlerin üstünde boncuk damlalar birikmişti. Johann arkasına bakmayıp batan güneşe durmadan koşuyordu. Ne kadar da hızlı koşsa güneş ondan daha çabuktu. Johann son çabasını ellerini öne uzatıp kaçan güneşi yakalamak için sarf etti. Fakat sonra yere düştü ve ıstırapla kıvranmaya başladı.
Ruhlar etrafında toplandılar.
“Neyin var Johann? Güneşi yakalaman için daha hızlı koşman gerekliydi belki de.” dedi Frescobaldi’nin ruhu.
“Beni kandırmak istediniz ve başardınız. Beni ölüm veya yaşam çemberine aldınız. Zamanım giderek daralıyor. Güneşi yakalayıp sizden kurtulmalıydım.”
“Seni henüz kandıramadık Johann ama kanacaksın. İnsanlar kanmak için din, tanrı, sanat, aşk gibi kavramlar bulmuştur. Hayatta bunun gerekliliği vardır. Sürekli ıstırap çekmekle nereye varılır?”
“Benim Singen’de, bu ufak kasabada yaşayışım sırf ıstıraptan kurtulayım diyedir. Bunu bir şekilde başarmıştım, ta ki siz bana sataşıncaya dek!”
“Amacımız sana sataşmak değil Johann. Bizler zaten yüzyıllar önce öldük. Seninle fikirlerimizi paylaşmak ve senin düşüncelerini dinlemek istiyoruz. Ölüme kabaca odaklandığında yaşamayı unutursun. Çaldığın kilise orgundan bugüne dek duyulmamış tınılar yaratmanın sebebi bu. Yazdığımız notalar senin acılarınla titreşmeye başlıyor. Ses giderek yayılıyor.”.
Ağacın üstüne konan sığırcık kuşu oradaki herkesin dikkatini çekti. Johann ağaca doğru yaklaştı. Kuş Johann’a tedirgin bir halde bakarken ve kaçmaya hazırken Johann cebindeki ekmek kırıntılarını avuçlayıp ağacın dibine döktü. Geri çekildiğinde sığırcık kuşu ekmek kırıntılarını sivri gagasıyla yemeye başlamıştı. İki defa yüksek sesle öttüğünde Johann hafifçe gülümsedi.
“Bırakacağım.” dedi Johann. “Org çalmayı bırakıp, sizin evinizden uzaklaşacağım.”
“Hayır Johann. Biz bunun için gelmedik.”.
“Benim düşüncelerimi bilmiyorsunuz. Sizler ölümün korkutuculuğunu sanatınızla savuşturmuş insanlardınız. Hepiniz de dünyaya unutulmayacak eserler bıraktınız. Ama benim ölüm korkusu karşısında başvuracağım çözümler sizinkilerden farklı olacak. Beni kırmak istememenize rağmen düşüncelerinizi tahmin ediyorum. Org çalmayı bıraktığımda eserleriniz daha uygun birileri tarafından seslendirilecek.”
Kar taneleri gökyüzünden düşmeye başlamıştı. Johann sığırcık kuşunun olduğu yere baktığında kuşun gitmiş, ekmek kırıntılarının üstüneyse kar yağıyor olduğunu fark etti. Ruhlara göz gezdirdikten sonra arkasını dönüp güneşin battığı yönün tersine yürümeye başladı. Kar büyük tepeler oluşturmuştu şimdiden.
Johann yeniden koşmaya başlarken ruhların tek yaptığı onu izlemek oldu. Geçmişte savaş meydanlarıyla, aşk buluşmalarıyla veya yalancı dostluklarla kıskaca alınmış insanların kaçtığı gibi kaçıyordu Johann.
***
Basmış olduğu son notadan parmağını çektiğinde ruhlar kaybolmuştu. Johann org bölmesinin köşelerine dikkatlice baksa da onları görmüyordu. Kulağını açtıysa da boşunaydı.
Ayinin sonuna yaklaşırken, orgun görevi sona ermişti. Johann eşyalarını topladı ve erkenden kiliseden çıktı. Kilisenin avlusunda oynayan çocuklar gitmiş, yerlerine ise ufak, gülümseyen bir kardan adam bırakmışlardı. Johann onun önünden gülümseyerek geçip avludan dışarı çıktı.
Artık org çalmayı bırakmasının ardından ne yapacağını düşündü. Aklına evine gidip kaloriferin önünde dışarıyı seyretme fikri geldi. Yanına kuşburnu çayı güzel giderdi. Başını öne eğmiş, sokakta yavaş yavaş yürüyüp geçmişe dair mutlu anılarını aklından geçirirken karşısından gelen sesle başını kaldırdı.
“Merhaba Marie, nasıl gidiyor?” dedi çocuksu bir seslenişle.
“Sağ ol Johann, gayet güzel gidiyor. Karda yürümenin keyfini çıkarayım dedim ve kendimi sokağa attım. ‘Cafe für Kaffee’de tereyağlı bretzel yiyip yanında sütlü kahve içeceğim.”
“Harika tercihler yaptığını söylemeliyim Marie. Sana katılırsam çok mutlu olacağımı bilmelisin.”
“Komm schon!” (O halde, haydi!).