En Çok Okunanlar

Benzer Başlıklar

TULPA 1

Migreni artık dayanılmaz bir boyuta ulaşmıştı. Kalktığında hissettiği o depresif hal ve algılarının ona yaşattığı uçuk bir hayalin içinde yaşıyormuş sanrısı, aşina olduğu bir ağrı nöbetinin hazırlık aşamalarıydı zaten. Güneşin doğmasıyla birlikte fırın camekanından süzülen ışık, yanan odunların çıtırtıları beynine iğne batırılıyormuş hissi yaratıyordu. Üzerine çöken durgunluk ve donuk nazarlarla etrafını izlemesi fırın çalışanlarının gözünden kaçmamıştı; her bir, ustalarının yaklaşmakta olan sinir atağının farkındaydı. O sebeple mümkün mertebe yanına sokulmuyor ve işlerine odaklanarak ustalarının ayağının altında dolaşmamaya gayret ediyorlardı.

 

Düşünceleri yavaşlamaya başlamıştı. Az evvel düşündüğü ve yapmayı tasarladığı şeyin ne olduğunu unutuyor, kendisine söylenenleri algılamakta zorluk çekiyordu. Yaptığı işe odaklanamadığından birkaç kez elini yakmaktan son anda kurtulmuştu. Gelen müşterilerin dediklerini anlayamıyor, anladığında ise cevap vermek için ağzını açtığında söyleyecek kelime bulmakta güçlük çekiyordu. Söylediklerini bir çınlama perdesinin arkasından işitmeye çalışıyordu.

 

Neyse ki köy ahalisi onun migreninden haberdardı. Bu hallerine alışık olduklarından meramlarını çıraklardan birine söyleyerek alışverişlerini yapıyorlardı. Yüzü ve dili, üzerine yatınca uyuşan eller gibi, uyuşmuştu ve vücudunun kalan bölümleri şişmiş balon intibası uyandırıyordu.

İştahı kaybolduğundan canı kahvaltı etmek istememişti. Düşen şekeri de sinirlerini iyice germiş ve bu sinir atakları migren ağrılarıyla birleşince nemrut karakteri daha da katmerlenmişti. Epeydir bu hastalığın pençesindeydi. Yakınlarının ısrarlarına rağmen tedavi olmayı reddediyordu. Bir ara kullandığı ilaçların ona hiçbir fayda sağlamadığını iddia etmiş, iğne olmaya ise korkusundan yanaşmamıştı. Kendini bildi bileli ailesinin ba ına püsküllü bir bela olmuştu bu hastalık. Dedesı ve babası da bu hastalıktan muzdaripti. Çavdarmahmuzu denen bir çeşit mantar kullanarak teskin ediyorlardı ağrılarını. Fırına un tedarik eden tüccardan arada sıra alıp kullanıyordu. Fakat bu yöntemin de onda yarattığı gariplikler canını sıkmıyor değildi.

 

Bir keresinde bu mantarı kullandıktan sonra uçuk bir ruh haline girmiş, deli gibi oradan oraya koşturup durmuştu. O gün, onu kim görse canavara benzetmişti. Fırıncı ise eline aldığı koca koca taşları insanlara fırlatıp adeta bir sarhoş gibi kaçmaya başlamıştı. Köy meydanındaki ahali onu zor zapt etmiş, buz gibi dere suyunun içine sokarak güç bela kendine getirmişlerdi. O ise tüm köye rezil olmuştu. O günden beri adı Deli Fırıncı’ya çıkmışsa da şu an bunları düşünecek hali yoktu. Varsın delirsin, ahali alay etsin. Mahmuza öyle çok ihtiyacı vardı ki başka hiçbir şeyin onu rahatlatamayacağını düşünüyordu. Bu düşüncelerle ve korkunç ağrılarla cebelleşirken fırının önünde duran kamyoneti görür görmez gözlerinden bir sevinç yalımının geçmesi bir oldu. Bu beklediği adamın ta kendisiydi. Dükkandan ok gibi fırladı ve kamyonetinden henüz inmiş adamın önüne dikiliverdi. Adam, kendisini görünce sevecen bir gülümsemeyle karşıladı onu:

 

  • Selamünaleyküm Kadir Usta, nasılsın?

 

-Nerde kaldın be adam? Öldüm bittim. Sen anca gelebildin. Başım çatladı çatlayacak.

  • Dur kızma yahu geldik işte. Aşağı köyden de sipariş verdiler anca gelebildik.

 

  • İyi iyi hadi uzatma da ver şu Yoksa bi’ dahakine Kadir Usta’yı bulup nah satarsın ununu!

 

  • Kabahat senin. Hiç mantarla olacak iş mi bu? Adam gibi gidip tedavini olsana hastanede, iğneni yaptırsana.

 

  • Her bi’ şeyin tamdı da doktorluğun eksikti he mi? Hadi hadi çok konuşma ver bizim

 

-Al           hadi buyur bakalım.

 

Küçük bir bez torba içinde getirdiği mantarları Kadir Usta’ya verirken bir an duraladı:

 

  • Geçen gün olanları duydum. Kadir Usta, beni de vebal altına sokuyorsun. Buna bir alıştın mı halin Çok uzatma bu işi istersen. Git başka bir hal çaresine bak. Yoksa başına iş alacan benden demesi.

 

-Tamam, tamam, hadi uzatma.

 

Eline aldığı bez torbanın içinden koyu kahverengi renkli, kırılmış mantar parçalarından ağzına attığı gibi gözleri kapanıverdi. Başlangıçta, müptelalığın vermiş olduğu ruhani rahatlığı sardı bedenini. Gözkapaklarının ardında renk renk ve desen desen görüntüler belirmeye başladı. Gökyüzünde sağa sola yalımlar saçan şimşeklere benzer elektrik akımlarının korneasında yarattığı imajlar, görme korteksine hızla akıyordu. Beyin hücrelerinde, buz gibi suya girildiğinde bedende hissedilen o soğuk ürpertiye benzer bir karıncalanma hissetti. Kafasının içinde yedi kat zincirle bağlanmış ve her birinin zinciri ağır kilitlerle mühürlenmiş olan kapılar, bir anda açılmıştı. Az evvel beyin çeperini ve kafatasım parçalayan ağrının hafiflemeye başladığını ve yerini mayhoş bir hafifliğin almaya başladığı ı hissetti. Yüzünde beliren aptal sırıtma halı, çırakları için bir rahatlama sinyaliydi. O gün için artık rahat bir nefes alabilirlerdi:

 

-Oohhh, dünya varmış be!

 

  • Bir gün o dünyanı başına yıkacak bu meret ya hadi bakalım. Vesile ediyorsun, beni de sokuyorsun günaha.

– Korkma, bir şey olmaz. Doğadan gelen her şey şifadır şifa. Atalarımız bunu zararlı olsa, günah olsa kullanır mıydı hiç? Hem eskiden hastane mi vardı? Gebe karılar kan kaybından ölmesin diye ebeler bu mahmuzdan kullanır da kurtarırlardı anaları, bebeleri. Sen öyle konuş dur anca. Ne anlarsın ki…

-Yalla ne halin varsa gör Kadir Usta, madem öyle diyorsun ben de parama bakarım. Benden günah gitti. Sen şu parayı ver de kasabaya dönelim artık. İş güç bekler.

 

-Az           bekle gidip getiriyorum hemen.

 

Kamyonet kasasından indirilen un çuvallarını, kan ter içinde taşıyan çıraklarının yanından geçerek yazıhanesine yöneldi. Elinde tuttuğu bez torbayı tezgahın üstüne bırakıp girdiği yazıhaneden önceki gün hazır ettiği para dolu zarfı kaptığı gibi gerisin geri geldi adamın yanına. Parayı sayıp cebine atan tüccar, “Haydi selametle” diyerek kamyonetine atladığı gibi geldiği yoldan köyün çıkışına yöneldi. Giden kamyonetin ardından hülyalı bakışlarla bakan Kadir Usta’nın yaşadığı mantar kafası, keyfini iyiden iyiye tütsülemişti.

 

Kamyonet gözden kaybolmuştu. Gömlek cebinden çıkardığı çakmağıyla sigara paketinden aldığı bir dalı yakıp birkaç nefes çekmişti ki karısının sesiyle irkilip arkasını döndü. Kadın, nefes nefese kalmış halde bir yandan soluklanmaya bir yandan da kelimelerini toparlayıp acelesini anlatmaya çalışıyordu. Onu böyle telaşlı görünce koşar adım yanına seğirtti:

 

-N’oldu, bu halin ne?

 

  • Oğlan kayıp. Sabah bir kalktım yatağında Kümese, ahıra bakındım yok. Belki bağlığa gitmiştir oynamaya, dolanmaya diye. Orda da bulamadım.

 

  • Yahu çocuk bu, bir yerlerde oynamaya dalmıştır. Dur hele telaş

 

Arkadaşlarına  da sordum. Onlar da görmemişler. Böyle aranıp dururken Fatma Nine’ye rastladım. Ejder Kayalıklarına doğru gidiyormuş.

 

  • Tamam, sen dur, ben bulup getiririm şimdi Dükkana seğirten Kadir Usta, çıraklarına acil bir iş gittiğini ve dükkana sahip olmalarını söyleyerek oradan ayrıldı. Hızlı adımlarla kayalığın bulunduğu sırta doğru yürümeye başladı. Bu kayalıkla ilgili küçükken annesinin ona anlattığı efsane geldi aklına. Güya köyde bir zamanlar yaşlı bir kan-koca, tarladan dönerken Üzerlerine doğru bir ejderhanın geldiğini görmüşler. Korkudan oldukları yerde donup kalmışlar. Adam, Allah’a bu çirkin yaratığı taşa çevirmesi için dua etmiş. Eğer duası kabul olursa ona bir kurban keseceğini söylemiş. O anda ejderha taş olup tepenin üzerinde öylece kalakalmış. Eve döndüklerinde yaşlı adam kıyamamış hayvanına. Verdiği sözden vazgeçmiş. Ertesi gün tarlalarına giderken bir bakmışlar ki ejderha yeniden canlıymış. Adam kaçmaya fırsat bulamadan ejderhaya yem olmuş. Karısı canını zor kurtarmış. Allah’a dua etmiş, eğer ejderhayı taşa çevirirse bu sefer ona kurbanı kendisinin sunacağını söylemiş. Ejderha yeniden taş olmuş. Kadın da eve gidip bir hayvanını kesmiş ve köylüye dağıtmış. Ejderha da bir daha canlanmamış. Taşa dönen bedeninden geriye sırtındaki çıkıntılar kalmış, onlar da tepenin üzerinde kayalık dikitleri oluşturmuş. O günden beri de buraya Ejder Kayalıkları denmiş.

 

Çocuğun başına bir şey gelmeden bulup getirmek için aceleyle yürürken bazı tuhaf görüntüler görüyordu. Zaman zaman gördüğü nesneler baş aşağı dönüyordu. Sanki biri ufuk çizgisiyle oynuyor ve ona her şeyi tersten gösteriyordu. Rastladığı sokak hayvanları, serbestçe ortada dolaşan kümes hayvanları acayip görünümlere bürünüyordu. Her biri küçük ve çirkin canavarlara dönüşüyor, onu görünce uzun sivri dişleriyle tehditkar bir şekilde tıslamaya başlıyorlardı. Ağızlarından çıkan uzun ve çatallı dilleri tehditkar ifadelerine daha da korkunç bir görünüm katıyordu. Sonra bu görüntüler pikselleşerek kayboluyor ve onları olağan halleriyle görüyordu. Az evvel kaçtığı korkunç bir yılanın minik bir köpek yavrusu olduğunu görünce kendini tutamayıp gülmeye başladı.

Sırtlara varmadan önce köyün son hanelerini geçmek üzereyken bir evin kapısının açıldığını gördü. Kapıdan çıkan adam, onu görünce gülümseyerek başıyla selamladı. Tam selamını almaya hazırlandığı sırada adamın yüzünde bir tuhaflık fark etti. Yüzü birdenbire uzamış ve koyu yeşil bir renk almıştı. Yüzünün derisi pul pul olmaya ve kulakları sivrilmeye başladı. Ağız kısmı öne doğru uzuyor, büyük bir çene halini alıyordu. Biraz sonra burun delikleri kocaman oldu, bu deliklerinden hafifçe alevler çıkmaya ve dumanlar yükselmeye başladı. Gözlerine inanamıyordu. Karşısında bir insan boyutunda ejderha duruyordu ve bakışlarıyla ona zarar vermek niyetinde olduğunu hissettiriyordu. Koşar adımlarla adamdan uzaklaşmaya ve sırtlara doğru ilerlemeye başladı. Ne olup bittiğini anlayamayan köylü de arkasından bakakaldı.

 

Kayalıklara vardığında “Mehmet! Mehmeeeettt!” diye bağırmaya ve oğlunu aramaya başladı. Sağa sola bakınıyor, bağırışlarına bir cevap duymayı bekliyordu. Ses gelmeyince yeniden bağırmaya ve etrafı kolaçan etmeye başladı. Bir ara kulağında güçlü bir çınlama sesi geldi. Gözünün önünde gökkuşağına benzer rengarenk görüntüler belirmeye başladı. Kafası mantar yüzünden iyiden iyiye güzelleşmişti. Bir ara gözü kayalıklara takıldı. Annesinin anlattığı hikayeyi anımsadı. Böyle şeylere inancı yoktu. Hepsi eskilerin çocukları eğlendirmek ve köyden uzaklaşmasını önlemek amacıyla uydurdukları masaldı ona göre. Ama kayalıkları iyiden iyiye gözden geçirince bir an annesinin anlattığı hikaye gerçek olabilir mi diye düşünmeye başladı. Gerçekten de bu kayalıkların şekli bir acayipti. Ara ara televizyonda izlediği o yabancı filmlerdeki acayip yaratıkların şekline benzemiyor değildi. Yok, yok, mantar iyiden iyiye kafasını tütsülemeye başlamıştı belli ki. Olmadık şeylere kafası takılmaya başlamıştı. Kendini bu düşüncelerden sıyırıp oğlunu aramak için yeniden seslenmeye başladı.

Az evvelki çınlama sesi daha kuvvetlenmiş

olarak geri döndü. Bu defa beynini ve kulak zarlarını patlatacağını sandı. Sesin şiddetiyle gözlerini yummuştu. Gözünün önünde yine garip şekiller beliriyor ve oradan oraya uçuşuyordu. Çınlama sesi hafifleyip gözlerini açtığında gördüğü  manzara  yüzünden  küçük  dilini yutacağını sandı. Az evvel karşısında duran kayalıkların olduğu yerde kocaman bir ejderha uzanmış duruyordu. Kayalıklar, sırtının çıkıntılarına dönüşmüştü. Ağzı bir karış açık halde bu korkunç manzarayı izlerken ejderha ona doğru çevirdi kafasını. Alev kırmızısı gözlerini ona dikti. Burnundan çıkan dumanlar ve boğazından gelen hırıltılar adamın korkusunu arttırıyordu. Ejderhanın karın bölgesinde hafif bir alev belirdi. Hızla boynuna ve oradan da ağzına doğru ilerledi. Açılan ağzının içinde devasa bir ateş topu belirdi. Tam ona doğru hedef almış vaziyetteyken adam kolunun çekiştirildiğini hissetti:

 

“Baba, babaaaa!”

 

Adam, birden yanına döndüğünde küçük oğlunun kocaman sevimli gözleriyle ona baktığını gördü. Tekrar karşıya baktı, kayalıklar yerli yerinde duruyordu. Gözlerini kapatıp kafasını hızla sağa sola salladı. Göz kapaklarını elleriyle güçlü bir şekilde ovdu. Tekrar açıp baktığında yine kayalıklardan başka bir şey göremedi. Kasılan göğüs kafesi derin bir rahatlama hissiyle yavaşça indi. Oğluna dönüp yarı azarlar yarı şefkatli bir üslupla:

 

  • Ulen eşek sıpası, ödümüzü kopardın.Neredesin sen bakayım?

 

  • Öyle dolaşmaya çıktım

 

  • Oğlum kaç defa diyecem sana, bana annene haber vermeden gitme bir yerlere diye. Allah korusun, başına bir şey gelir haberimiz Gel bakam kucağıma, hadi dönelim köye de annen daha fazla merakta kalmasın. Bir daha da gelmek yok buralara kerata seni.

 

Çocuğu kucaklayıp saçını okşadı. Birkaç kez öptükten sonra gıdıklamaya başladı. Çocuğun şımartılmaktan hoşlandığı her halinden belli oluyordu. Neşeli kahkahalar atıyor ve gıdıklanmayla kasılan vücudu, babasının kucağında oyunbaz bir kedi gibi kıvranıyordu. Adam, çocukla köye varır varmaz fırının yolunu tuttu. Kadın, dükkanda onları bekler vaziyetteydi. Geldiklerini görünce hızla olduğu yerden kalkıp çocuğunu kucakladı:

  • Aklım çıktı oğlum, ne demeye gittin sen oraya bakayım? Ben sana köyden uzaklaşma, benden habersiz bir yere gitme demiyor muyum?

 

 

Eşine akşama ne yemek istediğini sorup çocuğunu da tatlı sert azarlayarak dükkandan çıktı. Adam, karısını ve oğlunu bir süre arkalarından tebessümle izlemeye devam etti. Aklına birden tüccardan aldığı bez torba geldi. Hengame arasında aklından çıkmıştı. Hemen tezgaha yöneldi. Fakat torbayı koyduğu yerde göremedi. Çıraklarına seslendi. İçeride hamuru hazırlamakla meşgul olduklarını anlayınca yanlarına gitmeye karar verdi. İçeri girdiğinde torbayı yerde boş halde gördü. Ayak parmak uçlarından bir sıcaklığın hızla tepesine doğru aktığını hissetti. Kan beynine sıçradı sıçrayacaktı. Tam ağzını açıp bağırmak üzereydi ki kendisine yönelen birkaç ejderha başını görünce siniri korkuya döndü. Bir iki kez yutkunma ve geri atılmış birkaç adımdan başka bir şey yapamadı. Sessizce oradan çıktı. Belli ki bu seferki mantar oldukça kuvvetliydi. İçerideki çalışanlarına bugün eve gidip dinleneceğini söyleyerek çıkıp gitti. Eve doğru yürürken başını yerden kaldırmıyor, kimseyle göz göze gelmemeye dikkat ediyordu.

 

Köylüler onun tuhaf tavırlarına alıştıklarından bu esrikli halini garipsemediler. “Yine gelmiş bununkiler” diye söylenerek arkasından birkaç saniye bakıyor, sonra yollarına devam ediyorlardı. Kadir Usta, etrafta dolaşan kedileri ve köpekleri görüyor, onların içinden çıkan habis ruhların, görüntülerini nasıl değiştirdiklerine şahit oluyordu. Gördüğü bu acayip canavarlar, korkusunu bir kat daha arttırıyordu. Evin yolu, bir asırlık mesafe gibi gelmeye başlamıştı. Bir türlü bitmek bilmiyordu. Kendini uyanamadığı bir kabusta sanmaya başladı. Nihayet evine varmıştı. Bahçe kapısından koşarak evin kapısını anahtarıyla açıp içeri attı kendini. Karısına rahatsız olduğunu ve yatıp dinleneceğini söyleyerek onlara görünmeden yatağına uzandı, uykuya dalması çok sürmemişti.

Devam edecek…

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz