Normalde odamın penceresının var olduğunu yalnızca yaz aylarının kış özlemi uyandıran o katlanması güç sıcaklığının ortaya çıktığı zamanlarda anımsıyordum ancak son birkaç haftadır günümün çoğunu karşısında geçirir hale gelmiştim. Öyle ki hayatımın hatırı sayılır bir kısmını kendisiyle beraber geçirdiğim masamı dahi yerinden yeteri kadar memnun olmama rağmen pencerenin önündeki boşluğa, oraya sığmaması dolayısıyla belli bir kısmını kesmek gibi bir güçlüğe katlanmak pahasına taşımıştım. Odamın birbirine neredeyse bitişik halde dizilmiş, koyu, tekdüze binalarını içeren manzarasında toprak zeminde kendini gösteren çiçek gibi belirmiş bir yeni dükkan fazlasıyla merak uyandırmıştı zihnimde. Pencerem aracılığıyla sık sık onu dikizlemekle meşgul oluyordum. Vitrininden parti malzemeleri sattığı anlaşılıyordu. İlgimi çekmesinin sebebi bu türde bir işletmeyi bizzat sakini olduğum, sessiz, az nüfuslu ve ziyaretçisi az bir sokakta işletmeye karar vermesi değildi; gerçi bu da garip bir durumdu ancak vitrindeki ürünler öyle sanıyorum ki bu durum dahil olmak üzere hayatımda gördüğüm pek çok şeyden daha garipti. Uzun, plastik ayaklarıyla yürüyen bir fötr şapka, dört ayaklı ve yüzeyi gerçekten bir deri görünümü veren (gerçekten deri de olabilir), gözlerine kadar detaylandırılmış, bir kertenkele kostümü, renk değiştiren gıda boyası bunlardan sadece birkaçıydı. Ancak diğerlerinin arasında her ne kadar biraz sönük kalıyor olsa da benim favorim yapımında, sağında ve solunda, üst üste ikişer cam kullanılan ve camlarının arasına görüşleri, insanınkinden farklı olan hayvanlarının bazılarının gözlerinden kopyalanmış, lens benzeri ancak boyut anlamında gözlük camlarıyla uyumlu nesnelerin sıkıştırılabildiği gözlük setiydi. Varlığını önemli bulduğum bu işletmenin ismi de buydu: “Saray Soytarısının Gelecekten Gelen Dükkanı”. Ürettiği alışılagelmedik ürünlere dikkat çekmek amaçlı konulmuş bir isim olmalıydı. Hakkını da vermiyor değildi. Benim, orayı sürekli gözetlememin sebebi ise sıklığı ve zamanı belli olmaksızın getirdikleri yeni ürünlerden haberdar olabilmekti. Aslında ne getirdiklerini pencereden öğrenmektense mağazada görmeyi istiyordum ancak utangaçlığım buna izin vermiyordu. Dükkan sahipleri biri erkek ve biri kadın olmak üzere iki orta yaşlı insandan oluşuyordu. İkisi de çok tuhaf insanlardı. Dükkana gelen kimi müşteriyi kulağa saçma gelen, çok çok ufak sebeplerle defedebiliyorlardı. Örneğin; cırt cırtlı ayakkabısının cırt cırtlarını açmak isteyen bir müşteriyi bunu yaparken ayakkabının çıkardığı sesten dolayı azarlayarak kovabiliyorlardı. Yer yer de ortada bir sebep yokken dahi aşırı kibar davranıp, müşterilerini kapıya kadar uğurlayabiliyorlardı. Yapacağım herhangi bir harekete nasıl tepki verebileceklerini seçememek benim gibi utangaç bir insan için tam kabustu.
Yine de o dükkana “yasaklı bölge” gözüyle bakmıyordum. Kim bilir daha kaç yıl o sokakta yaşayacaktım. Hep de bu utangaçlığı taşımazdım herhalde. Tek çekincem utangaçlığımı yenemeden oraya girmeye mecburiyet duymaktı. Okul arkadaşlarımın sık vakit geçirdiği bir yerdi. Bir mağaza olmasına karşın insanlar genellikle içeri girip sergilenen eşyaları inceleyerek vakit geçirirdi. Eşyalar çok da pahalı değildi ancak günlük rutininde ilerleyen bir insanın pek ihtiyaç duyacağı cinsten de değildi. Şaka-parti dükkanı ne de olsa. Amacına uygun pek hizmet göremiyordu çünkü ürünleri tartışılmaz bu tip hizmet veren mağazaların çoğundan kaliteli olmasına rağmen dükkanda satılan tarzda eşyalara ihtiyaç duyanların buradan haberi olmuyordu. Ne İnternet siteleri vardı ne de pano ve afişlerde reklamları. Mahallenin gençleri arasında bir eğlence kaynağı olarak varlığını sürdürüyordu. Benim korkum tam da bu yöndeydi. Normalde yıllardır içinde bulunduğum arkadaş grubum genellikle eğlenceyi sokağın başına konumlanmış paten pistinde ve evde bilgisayar başında çizim, tasarım yaparken buldukları için onlarla geçirdiğim vakit genellikle bu çemberde olurdu.
Ancak lisenin tiyatro kulübü beni yeni bir arkadaş grubuna dahil etti ister istemez. Dürüst olmak gerekirse bu grubun içinde bulunmaktan mutlu ve biraz da gururluydum. Okulun popülaritesi yüksek öğrencileriyle arkadaşlık yapıyordum. Sohbet ederken her ne kadar pek keyif almıyor olsam da kötü insanlar olduklarını söylemek haksızlık olurdu herhalde. Onlarla birlikteyken yeni, farklı şeyler deneyimlemek de iyi hissettiriyordu. Lakin her şey için geçerli değildi tabii. “Saray Soytarısının Gelecekten Gelen Dükkanı’na” merhaba deme zamanı da bunlardan biriydi. Brian ve ben yan yana apartmanlarda kalıyorduk. Dolayısıyla eve dönüş yollarımız birdi ve ben tiyatro kulübüyle arkadaşlık yapmaya başladığımdan beri beraber eve dönüyorduk. O gün okul çıkışında normalde en az benim kadar sessiz Brian’ın çenesinin düşeceği tuttu. Rüyasından bahsediyordu. Ancak sohbetin bu kısmı epey merak uyandırmışa benziyordu diğerlerinin gözünde. Benim ise aklımda tüm anlatılanlar arasında yalnızca belirli bir kısım kalmıştı. İnsansı boyutlarda bir kartopunun söylediğine göre Brian’ın bilinçaltı yönetimi yargılanıyor, zaman zaman cezaya tabi
tutulabiliyormuş. Sıra dışı olarak nitelendirilen rüyalarda bile böylesi absürt karakterlere pek rastlanmıyordu. Haliyle benim de ilgilimi çekmişti anlatımının bu kısmı. Ancak yine de sıradan bir rüya olarak geçiştirilmeye müsait bir konuydu gözümde. Sonuçta rüyamda kanatları olan bir ağacın üstünde uçtuğumu bile hatırlamıyor değildim. Absürt rüyalar görmek anormal bir durum değildi. Bu yalnızca rastladıklarımdan biraz daha farklıydı. Ancak sohbet ilerlediğinde biraz daha anlamlandırabiliyordum neden Brian’ı pür dikkat dinlediklerini. Onlar bu durumun Bay Hudson’ın sattığı kolyeden kaynaklanabileceğinden şüpheleniyor, korkuyorlardı. Kolyeyi duyana kadar geçen diyalogları pek dinlememiştim fakat konu artık benim de ilgi alanımdaydı. Bay Hudson’ın kim olduğunu göze batan bir heyecanla sordum. “Saray Soytarısının Gelecekten Gelen Dükkanı’nın” sahiplerinden veya çalışanlarından erkek olanıymış. Onlar konuşmaya devam ederken daha fazla soru sormadım. Asfalta bakarak yürümeye devam ederken bahsettikleri kolyeyi düşünüyordum. Bir batıl inanç olduğu inancındaydım. Rüyalarına müdahale edebilen bir kolye ha? İşletmeci çift hiç de birer büyücü gibi durmuyordu. Kafamı asfalttan kaldırmama sebep olan sesle irkildim. “Nereye daldın? İçeri gelsene!” dedi Brian. Hemen bitişiğimde duruyordu dükkan. Sırasıyla içeri giriyorduk. Arkadaşlarımla girdiğim için pek çekincem kalmamıştı. Girer girmez reyon boyu dizili ürünleri incelemeye koyuldum. Ancak dalmama fırsat vermedi yeniden Brian’ın sesi. Bay Hudson ile kolye hakkında konuşuyorlardı. Ben de diğerleriyle beraber onları dinlemeye koyuldum. “Teşekkür etmeye mi geldin?” diye sordu Bay Hudson.
“Pek değil. Kolyeyi kullanmamam gerektiği konusunda bir uyarı aldım. Onu talimatlara uyarak kullanmama rağmen tüm rüya boyunca kendini ‘bilinçaltı yargıcım’ olarak tanımlayan devasa bir kartopunun bana olan öğütlerini dinledim. İlk defa da yaşanmıyormuş bu. Roland’ın kardeşi de aynı şeyi yaşadığını söyledi. Dolandırıcı olduğunu düşünmeye başladım.”
“Kusura bakma. Size tarihi geçmiş olanlardan verilmiş. Arkadaşına söyle onunkini de yenisiyle değiştireyim. Seninki neyle ilgiliydi?” diye mahcup bir tavırla yanıt verdi Hudson.
‘”Ejder ha Anatomisi’ animasyonu”. Bilindik, eski bir animasyon filminin adıydı. “Ayrıca her insan hata yapabilir. Biz işimizde yeterince iyiyiz. Hemen dolandırıcı yaftasını yapıştırabiliyorsanız sizin fesatlığınızdır o.” diye ekledi kolyeyi ararken Bay Hudson. Sesi, mahcubiyetin yerini kızgınlığa bıraktığını gösteriyordu. Sonunda kolyeyi bulup Brian’a uzatarak aynı talimatların geçerli olduğunu söyledi. Ardından bize dönerek:
“Ya siz? Yine sadece bakınmaya geldiğinizi söylemeyeceksiniz herhalde?” diye sordu. “Kendi adıma konuşmak gerekirse ben demeyeceğim.” yanıtını verdi Ava.
Grubun geri kalanı da benzer fikirde olmuş olacak ki Ava’nın beraberinde kolyeleri seçmek üzere Bay Hudson’ın peşinden reyonun sonuna doğru yol aldılar. Ben de onlarlaydım. Hayatımda o ana kadar gördüğüm en ilginç nesneye sahip olma şansına hayır demeye hiç niyetim yoktu.
“İşte…” dedi Bay Hudson kolyeleri işaret ederek. “Burada gördüğünüz kolyelerin altlarında yazan başlıklar, göreceğiniz rüyanın içeriğini oluşturuyor.”
Yazıları okumamdan sonra kolyelere olan merakım birkaç katına katlanmaya başlamıştı. Kolyelerin altında çeşitli film serileri, animasyonlar, video oyunları gibi yapımların isimleri yer alıyordu.
“Eğer beklediğinizi bulamadıysanız ismini söyleyin. Yaklaşık iki yıl sonra gelip alırsınız.”
Bunu duyunca garipser biçimdeki gözlerimizi ona doğrulttuk. Aslında düşününce bu tip bir nesnenin üretimi fabrikada yapılmıyordur ki bir haftada getirsin. Bakışlarımızı gören Bay Hudson: “Ben de öyle düşünmüştüm.” dedi.
Asıl ilginç olan ise yazılı video oyunları ve film serilerinden bazılarının henüz bu yıl çıkanlardan oluşmasıydı. Yapımı iki yıl sürmüyor muydu bunların? Şaşırmamıza fırsat vermeden söze girdi Hudson: “Henüz siz bir aradayken yapayım şu açıklamayı: Kolyeler sadece en az beş saatlik uykularda çalışır. Uykunun süresini henüz uyanmadan nasıl bileceğinizi sormayın lütfen -ki tam da bunu sormak üzereydim- diğer pek çok şeyi olduğu gibi bunu da siz bilemeyeceksiniz. Kolye, sizlerin deyişiyle ‘geleceği görmek’ konusunda pek beceriklidir. Uykunun saatine göre devreye girer. Bu önemli bir nokta. Sonra az önce kolyesini değiştirdiğim şu kapının başında dikilen, yarım akıllı arkadaşınız gibi “Kolyem çalışmıyor! Rüya yargıcım bana kızdı!” diye yanıma gelirsiniz.”
Ona açıklama yaparken bu kısmı atladığımı hatırladığım için diyaloğun uzamaması adına bir bahane uydurup, kolyeyi yenisiyle değiştireceğimi söyleyip arkamı döndüm ve kolyesini geri uzattım. Bir kere bile kolyenin taşını incelememiş belli ki. Halen durumun farkında değil. Her neyse…
“Ayrıca içerikle ilgili başlıkta ne yazıyorsa onunla ilgili hazırlanmış rüyayı görürsünüz. Buna bilinçaltınız karışamaz. Hepsi önceden hazırlanmış mekan, ses ve karakterlerin bütünüdür ve bir başkasıyla aynı ürünü satın alırsanız kendinizi aynı rüyanın içinde bulursunuz. Geniş bir hareket alanınız olacak. Eminim sizi tatmin edecektir. Gerçi birkaç adımdan ötesini göremediğiniz video oyunlarına hayranlık duyup onlar için rüya tasarlatan sizler bundan tatmin olmazsanız şaşarım ya neyse. Bir de taşa fazla ellemeyin.
Üzerindeki yazıların silinmesi hiç iyi olmaz. Sizin için yani. İade kabul etmiyoruz. Kolye taşı, derinize değecek şekilde y tın. Kolyeyi kıyafetinizin içinden takın yani. Ipini fazla yamultmamaya bakın. Yüzükoyun yatmamanız gerektiğini de söylememe gerek yoktur herhalde bu bilgiden sonra. Son olarak her kolyenin kullanım ömrü yalnızca bin altı yüz kırk dört kereyle sınırlıdır ve kolyeyi ilk kullanan kişiden başka hiç kimse kullanamaz, çalışmaz. Satamazsınız yani -bu cümleyi kurarken ki sırıtışını hiç unutamam herhalde, acımasızcaydı. Bu bilgileri, varlığından şüpheci olmak istemediğim beyinlerinizin bir köşesine silinmez bir tükenmez kalemle not edin; İADE KABUL ETMİYORUZ! Şimdi birer tane seçin. Ödeme için tezgahta bekliyor olacağım.”
Bay Hudson sözünü bitirir bitirmez arkadaşlarım kolyelerin sergilendiği duvara fırladı. Ben de onlarlaydım. Başlıkları incelemeye koyuldular. Benim gözüm ise kolye taşlarına dikilmişti. Her biri eşit boyutlarda, daire şeklindeydi ve renkleri birbirlerinden farklıydı. Örneğin, mavi renginin bu kadar fazla tona sahip olduğunu yeni öğreniyordum. Üzerlerinde, Futhark alfabesinde (eski İskandinav runiği) kullanılana benzettiğim harfler her birinde farklı olacak şekilde çember biçiminde dizili ve beyaz renkle yazılıydı. Belli ki elle yazılmıştı ki yazı kusursuz değildi, taşmalar vardı. Ancak harflere dikkatli baktıkça biraz da hiyerogliflere benzetmiyor değildim. Resme dayalı bir alfabe kullandıklarını kesinlikle söyleyebilirim. Orada yazanı her ne kadar fazlasıyla merak ediyor olsam da kullanılan alfabeyi bir başka alfabeye benzetmekten öteye geçemiyordum. Kolye taşının en dikkat çekici kısmı ise tartışmasız ortasında bulunan semboldü. Harflerin tam ortasına konumlandırılmış, parlayan bir hilalden bahsediyorum. Bakana ışık saçan bir parlaklığı vardı. Rengi koyuya yakın bir sarıydı. Sanırım bunun anlamını çözebilmiştim. Bu, rüyaların uykuda uykunun da genellikle gece olduğuna bir atıf olmalıydı. Ben tüm bunları düşünürken Cletus’un çatlak sesi girdi araya: “Sürüngen!” “Sürüngeninki” var burada!”
Herkes ilgilendiği her ne varsa bırakıp Cletus’un başına toplandı bunu duyunca. “Sürüngen” bir çeşit korku-aksiyon filmiydi. Yani en azından bildiğim kadarıyla öyleydi. Bundan birkaç ay önce gösterime girmiş bu film üst sınıflar arasında oldukça popülerdi. Bu filmde herhalde dehşet ve kan içeriği boldu. Öyle ki bu zamana kadar hiçbir yerde reklamına dahi rastlamamıştım. İlgimi de pek çekmiyordu açıkçası. Yalnızca sınıf arkadaşlarımın konuşmalarına ettiğim kulak misafirliği sayesinde varlığından haberdardım. Ancak doğruyu söylemek gerekirse bu başlığın bizimkileri heyecanlandırmasına da pek şaşırmamıştım. Yaşça büyük öğrencilere özenmek dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi bizde de modaydı. Üst sınıfların ilgisini çekiyorsa muhakkak bundan geri kalmak istemezlerdi.
“O halde seçim yapılmıştır! Hadi alalım birer tane!” dedi Ava. Herkes de onaylar biçimde yanıtladı onu. Pek seçme şansı bırakmamıştı aslında ama bu deneyim benim için de kulağa heyecan verici geliyordu. Birer tane alıp kasaya yöneldik. Bayan Hudson bekliyordu bizi orada. Yani sanırım Bayan Hudson. Orada çalışan iki kişiden kadın olanıydı. Ellerimizdeki kolyeleri ona uzattık.
“Güzel seçim yapmışsınız. Bunu hazırlarken ben bile gerilimi hissetmiştim açıkçası. Yalnız keşke hepiniz aynısını almasaydınız. Deneyimlerinizi birbirinize anlatıp diğer içeriklerden de bir nebze faydalanırdınız. Bu arada hepiniz biliyorsunuz değil mi bu yapımı? İzlediniz yani?”
Benim cevabım hayır olmalıydı ancak dürüst davranmadım. Yanımdakilerin tümü “tabii” derken “ben izlemedim” demek utanç verici gelirdi diye düşünmüştüm doğrusu. Ben de “Evet” dedim. Hem neden soruyordu ki? Çalışma arkadaşının aksine, bizlerle sohbet etmek mi istiyordu sanki?
“Gerçekten başarılı film. Bir de ikincisini izleseniz keşke. Yani… İzleyebilsek keşke.” diye de ekledi. Kimse kulak asmadı kadının bu övgüsüne.
Kadın kolyeleri bir kutuya koyarken Bay Hudson kasanının arkasındaki kapıdan çıkageldi. “Bu tarafa gelin.” dedi. “Ödemelerinizi alacağım.”
Tabii ya! Fiyatını sormayı unutmuştum. Bu tarz bir alete günlük öğrenci harçlığı yetmeyecekti herhalde. Tam fiyatını soracakken diğerlerinin bileklerini sıvadığını gördüm. Oldukça korktum. Aklıma ilk olarak kan alınacağı geldi. Ava’nın yanına gidip sessizce ne yaptıklarını sordum.
“Bunların ödemesi parayla değil. Bay Hudson’ın küçük, gri bir aleti var. Bileğini oraya bağlayıp bilinçaltınla iletişime geçiyor, birkaç anı alıyormuş. Ben daha önce bunu yaşamadığım için nasıl bir his olduğunu bilmiyorum ama Brian geçen hafta kendi kolyesini satın alırken yanındaydık. O zaman görmüştüm. Acımıyor herhalde. Brian’ı biliyorsun. Eğer acıyor olsaydı sesinden dükkanın camları kırılmış olurdu şimdiye.” yanıtını aldım.
Bunları öyle sakin anlatıyordu ki bir cadı kasabasında yaşıyormuş gibiydi. Tüylerim diken olmuştu. Aşı sırasında bekleyen, tedirgin ilkokul çocukları gibi ödeme sırasını bekliyordum. Zihnimden anı mı alınacak? bunu da hiç anlamlandıramamıştım doğrusu. Yüzümdeki korkmuş ifadeyi gören Ava:
“Aslında çok da şaşırmamak gerek. İstediğimiz rüyayı görebilmemizi sağlayan kolyeler satıyorlar. Bunu da yapabilirler herhalde. Ben büyücü olduğunu düşünüyorum açıkçası onların.”
Bir bakıma haklıydı tabii ticaretini yaptıklarını ürünlere bakılacak olursa bu ödeme yöntemine de fazla şaşırmamak lazımdı. Ancak tüm bunlar bizim gibiler için yine de fazla sıra dışıydı. Bu yüzden halen bunları normal karşılayabilen arkadaşlarımın aklını kaçırmış olduğu kanaatindeydim. Kısa bir bekleyişin ardından sıra bendeydi. Bay Hudson’ın yanına gittiğimde ödememi almadan önce:
“Sen geçen hafta burada değildin değil
mi?
“Değildim efendim. Dolayısıyla ne yapacağınız konusunda bilgim yok. İzah ederseniz memnun olurum.”
“Tabii, bu gördüğün alet bileğini olduğu gibi kaplar.” dedi masada duran, Ava’nın da tarif ettiği aleti işaret ederek.
“Ardından sen, belleğinden ödeme yapacağın anıyı öne çıkarırsın. Onu düşünürsün yani. O anıya odaklanabildiğinde bana haber verirsin ve ben de aleti kilitlerim. Alet de seçili anıları alır. Hayatı boyunca yalnızca para ile alışveriş yapan birisi olduğun için bu alışveriş sana normal gelmeyebilir elbette. Dükkanın diğer ürünleri de cüzdanındaki para karşılığında satılıyor. Peki, kolyeleri ayrıcalıklı kılan ne biliyor musun?”
“Hayır efendim.”
“Etrafına baktığında gördüğün her ürünün parasal bir maliyeti varken anıların ve düşüncelerin maliyeti bunlardan çok çok öte. Demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Bu
alışverişi parayla yapmak için aptal olmak gerek. Onlar ne fabrikada ne de insan elinde üretiliyor. Hepsi zihninin, yaşadıklarının ve hayal gücünün birer ürünü. Bu yüzden para, onları satın alabilecek güce erişemiyor, erişemez de. Bir anıyı ancak yaşamayı daha fazla isteyeceğin bir anı için takas ettiğinde ticaret, mantığına kavuşur. Sen bana kendi anılarını veriyorsun, onları işleyip yeni bir anı yaratabileyim diye. Ve ben de sana karşılığında yeni ve yaşamayı daha çok istediğim farklı bir anı veriyorum, deneyimlemek istediklerini deneyimleye bil diye.” şekilde takındığı kibar tavır eşliğinde açıkladı yapılacak alışverişin mantığını.
Ardından çantamın ön kısmına takılmış broşu işaret ederek:
“Bu o maçtan mı? Geçen sene Kaliforniya’da oynanan?” diye sordu.
“Evet.” yanıtını verdim. Bahsettiği broş geçen seneki basketbol finallerine özel olarak tasarlanıp seyircilere dağıtılmıştı. Ben bile bu yaşımda ligi takip etmiyorken onun maçlardan haberdar olması şaşırtıcıydı.
“Birkaç gün önce gelen bir müşterinin de montunda bunlardan duruyordu. Sen de onun gibi tribün seyircisi miydin o maçta?”
Yeniden olumlu yanıt verdiğimi duyunca:
“Bana tribünde edindiğin anıları vermeni istiyorum. Onunla ilgili bir rüya hazırlarsam çok talep görecekmiş gibime geliyor. Aynı teklifi bahsettiğim müşteriye de yapmıştım ancak o kabul etmemişti. Umuyorum ki sen kabul edeceksin.” dedi heyecanını gizleyemeden. Benim için bir mahsuru yoktu.
Özel maçları bilet alarak yerinde seyretmek bizde bir aile geleneği haline geldiği için stat stat peşlerinden geliyordum, gelmek zorunda kalıyordum. O maçta da aynen böyle zoraki olmuştu. Ancak broş tasarımcısının hakkını vermeliyim ki harika tasarlanmış desenler onu çantamda tutmama sebep oluyordu.
“Olur.” dedim Bay Hudson’a. Yüzündeki çocuksu tebessümle beni çektiği sandalyeye oturtup aleti bileğime geçirdi.
Yaklaşık otuz saniye sonunda bol gıdıklanmalı ödememi tamamlamış oldum. Akıl almaz bir heyecana kapılmış vaziyette kolyeyi elime alıp kapıya yöneldim. Dükkandan çıkmama ramak kalmıştı ki Bay Hudson’ın seslenişini duydum.
“Görüşmek üzere!”
“Görüşmek üzere Bay Hudson!” diyerek kapıyı kapatıp hızlıca dışarı çıktım. Veda etmek için arkamı döndüğüm esnada Bay Hudson’ı boydan görme şansım olmuştu. Mağaza logolu üniformasının üstünde bir yaka kartı asılı ve kartın üstünde “MİNİMUS” yazılıydı. Bir ya da iki saniyeliğine aklımı kurcalamıştı bu da ancak sonuçta bir şaka dükkanının çalışanın da bir takma adı olmalıydı herhalde diyerek geçiştirdim. Arkadaşlarım halen ödeme sırası bekliyorlardı ancak o an onların varlıklarını dahi unutmuş vaziyetteydim. Dükkandan çıkar çıkmaz evimizin kapısı önümde bitiyordu zaten.
Anahtarımla dış kapıyı açıp içeri girdim. Aile bireylerimden evde olanlara her okul günü olduğu gibi selam verip odama çıktım. En az beş saat boyunca uyuyabilmek için gece oluncaya kadar göz kapaklarımın iyice yorulmasını beklemeliydim. Uyku saatine kadar vaktimi geçen seneki basketbol finallerini hatırlamaya çalışarak ve kolye üzerindeki harflerin ne anlattığını bulmaya dair araştırmalar yaparak geçirdim. Ancak her ikisinde de başarısız olmuştum. Harfleri İskandinav runiğiyle, hiyerogliflerle, çeşitli çivi yazılarıyla ve uzak doğuda kullanılan çeşitli alfabeler gibi pek çok alfabeyle kıyasladım fakat hiçbir sonuç elde edemedim. Kolyede kullanılmış bazı harfleri, Latin alfabesine çevirisi olan bazı alfabelerdeki bazı harflere benzeterek bir çıkarım yapmaya çalıştım ama fayda etmedi. Birkaç harfin manasız dizilimi harici hiçbir kazanım sahibi olamamıştım. Finalleri hatırlamaya çalıştığımdaysa stadyumun garajına arabayı park edişimizden sonrasına geçemediğimi fark ettim. Hayal meyal birkaç olay zihnimde canlansa da ben bunları hayal gücüme bağlıyordum. Çünkü benim hatırladığımı düşündüğüm anılardan çoğu, maçın yayınlanmış özetinde gördüklerimle çelişir haldeydi. Tam da beklediğim gibi olmuştu. Benim zihnimin maçı kaydettiği kısım artık beynimdeki yerinde değildi. Tüm bunları düşünmeye bir son verdiğimde uykumun nihayet bastırmakta olduğunu fark ettim. Aşağı kata inip televizyon başındaki aile bireylerimi beni uyandırmamaları konusunda uyardıktan sonra odama geri çıkıp kolyeyi özenerek boynuma geçirdim ve yatağa yerleştim. Yüzüm tavana bakacak şekilde bulabildiğim en rahat pozisyonda sabitledim bedenimi. Artık uyumaya hazırdım. Bir koyun, iki koyun, üç koyun ve dördüncüye sıra gelmeden güneş sistemindeki dünyada kapanan gözlerim bilinçaltımdaki kendime ait dünyada açılmıştı. Varlığının olası karşılamadığım, imkansız bir gerçekliğin içinde nefes alıyordum. Aslında burada canlı kalabilmek için oksijene ihtiyaç olup olmadığını bile bilmiyordum. Tarif edilmesi güç bir hafiflik oldu ilk hissiyatım. Upuzun, sonunu göremediğim bir koridordaydım. Zemin, duvarlar ve tavan tamamıyla turkuazla kaplıydı. Duvarlarda, birer metre aralıklarla yerleştirilmiş, renkleri birbirlerinden farklı kapılar duruyordu. Her birinin üstünde kolyede kullanılana benzer harflerle yazılmış yazılar vardı. Ağzım açık bir şekilde koridorda yürümeye koyuldum. Her adım attığımda sanki su birikintisine basıyormuşum gibi bir su sesi çıkıyordu zeminden. Oysaki tek damla dahi yoktu yerlerde. Birkaç dakika boyunca yavaşça, kapıları seyrederek yürüdüm. İçlerinden birini açıp ardında ne olduğunu öğrenmeyi çok istiyordum ancak bunu yapmaktan çekiniyor ve korkuyordum. “Ya yanlış bir şey yaparsam?” korkusuydu bu. Sonucunda ne ceza çekeceğimi de bilmiyordum. Ben yalnızca “Sürüngen’i” arıyordum. Kapıların üstlerinde de hangisinin aradığım kapı olduğunu ayırt etmeme yardımcı olabilecek yazılar yoktu.
Anlamıyordum hiçbirini ne de olsa. Satın aldığım rüyaya açılan kapıda bir ışık yanmasını veya üzerinde filmin afişinin bulunmasını bekliyordum. Ya da anlamama yarayacak başka bir işaretin. Epey uzun bir süre yürüdüm. Artık koridorda kapı falan kalmamıştı. Koridor halen devam ediyordu ve ben halen sonunu göremiyordum ancak kapılar yoktu. Turkuaz renkli duvar uzunlamasına ilerliyordu. Ne yapmam gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Gelirken dikkatlice incelediğim kapıların üstlerinde satın aldığım rüyaya dair herhangi bir ibareye rastlamamıştım. Acaba Bay Hudson bana rüyayı satarken alfabeyi bildiğimi mi düşünüyordu?
Çaresizce düşünmeye başladım. Koridorun en başına doğru yürüyüp karşıma çıkan tüm kapıları açmak ve artlarını kontrol etmek vardı aklımda.
Stresli ve aynı zamanda bir o kadar uzun sürecek bir iş olacağa benziyordu. Kısa bir süre koridorun boş kısmına bakarak heyecanımı kontrol etmeye çalıştım. Hazır olup arkamı dönmek üzereydim ki ince, tiz bir sesle irkildim.
“Sonunda! Demek buradasın.”.
Arkamı döndüğümde, Brian’ın betimlemesine birebir uyan, devasa bir kar topu karşıladı beni. “Tüm kapıları dolaştım. Meğer koridordaymışsın. Hiçbirini açtın mı kapılardan? Umarım mor olanlardan birini açmamışsındır. Lütfen açmamış ol! Lütfen!” dedi göze batan stresiyle. “Hayır, hiçbirini açmadım. Ben sadece satın aldığım rüyayı arıyorum.”.
“Sürüngen” isimli yapımdan bahsediyorsun değil mi?”.
“Evet.”.
“Sence onu rüyanda görebilir misin? Hem de onunla ilgili hiçbir şey görmemiş, yaşamamış birisi olarak? Ben de seni zeki sanırdım. Kimse sana sormadı mı bu filmi izleyip izlemediğini? Dükkandaki kadının sorusunu şimdi anlamlandırabilmiştim.
“Kolyeyi satın aldığım dükkanın kasiyeri sordu ama neden sorduğunu söylemedi.”.
“Demek akıllı sanmış seni.” diye yanıtladı cevabımı aşağılar tavrıyla.
“O rüyayı unut. Bilinçaltında hazırlanan rüyanın içeriğine dair hiçbir bilgi, anı veya düşünce bulunmadığı için rüya her ne kadar önceden hazırlanmış olsa da onu hayalinde canlandırabilmen imkansız. Bu yüzden sen, filmi izleyene kadar zihninde gereksiz yer kaplamasın diye onu içeri almadım. Ayrıca bu kolyelerin satışı bilinçaltı yasalarına göre yasal olsa da bence kesinlikle yasak getirilmeli. Senin gibi, beyni bir fındık tanesinden ibaret çocuklar herkesin görebildiği, birkaç dakikalık aptal bir rüya için kendi bulunamaz, değerli anılarından
oluyorlar.”
“İyi ama ben önemli bulmadığım bir anıyı verdim. Bana bir şey hissettirmemiş, değersiz bir anıyı.” “Nereden biliyorsun? Anıyı hatırlıyor musun da böyle konuşuyorsun?”
“Elbette verdiğim kısmını hatırlayamıyorum ama verdiğim anının neyle ilgili olduğunu hatırlıyorum. Sonuçta anıyı verirken yaşadığım ana dair anılarımı da vermedim. Gitmek bile istemediğim, sıkıcı bir müsabakaya dair gereksiz anılarımı verdim. Üstelik yalnızca statta, tribünde yaşadıklarımı vermiş olmalıyım ki günün geri kalanı halen aklımda.”
“Demek gereksiz bir anıydı ha? O anının tamamını ezbere biliyorum. Bugün, tam şu gördüğün lacivert kapıdan çıkarıp teslim ettim o anıyı.” dedi köşemizdeki kapıyı işaret ederek.
“İçinde ne kadar kayda değer şey barındırdığını da hatırlıyorum. Tıpkı diğer tüm anılar gibi. Biriktirildiği sürece anıların hiçbiri gereksiz değildir. Eğer onların gereksiz olduğunu düşünüyorsan hayal gücün var olduğu sürece hiçbir şey onları gerekli kılmanı engelleyemez.”.
Bu söyledikleri kulağa çok doğru geliyordu. Konuşması beni oldukça çabuk ikna etmişti bu kolye işinin bir saçmalık olduğuna. Anlattıklarından sonra yaptığıma çok pişman olmuştum bu alışverişten.
Pişmanlığımı gizleyememiş olacağım ki; “Tamam, anladım bir daha yapmazsın. Şimdi fazla üzülmenin manası yok.” diyerek karşıladı düşürdüğüm yüzümü. Benim için üzülmüş ya da biraz önceki öfkeli davranışları onda pişmanlığa sebep olmuştu herhalde. Sinirli tavırları son bulmuştu.
“Sana, verdiğin anının ne olduğunu anlatıp onları tekrar lacivert kapıdan içeri almak isterdim ancak yasalar buna izin vermiyor. Her neyse. Şu saçmalıklardan bir türlü fırsat olmadı tanışmaya. Ben Oregon. Senin rüya yargıcın, düzenleyicin ve zaman zaman da avukatınım. Anlayacağın, rüyalarından tümüyle ben sorumluyum. Sen bir şeyler yaşıyor, görüyor veya düşünüyorsun ve ben de onları bu kapıların ardında, aradığımda bulabileceğim şekilde kategorize ediyorum. Ardından rüya görme zamanın geldiğinde onları bir şekilde birleştirip görmen için hazır bir rüya haline getiriyorum. Her ne kadar sende sıklıkla görülmese de rüya devam ederken uykudan uyanıp rüyayı, sonunu beklemeden yarıda bıraktığın zamanlarda da bunun bir suç olması sebebiyle bakanlık, bilinçaltını denetlemek üzere bir müfettiş gönderiyor ve ben de eğer mantıklı bir mazeretle uyandıysan seni savunuyor ve ceza almanı engelliyorum fakat mazeret geçersiz bulunursa bizzat kendim, seni kabuslarla cezalandırıyorum. Rüyalarının tamamının gözetimi ve yapımından sorumluyum bir nevi.”.
Anlattıkları, o gün pek çok şey karşısında olduğu gibi hayrete düşürmüştü beni. Ben de ne yapacağımı bilemeden ufak bir afallamadan sonra kendimi tanıtmaya geçtim.
“Memnun oldum. BenimAdı…”.
“Emin ol seni senden çok daha ıyı tanıyorumdur.” diyerek lafımı yarıda kesti. Sözü bitince kolundaki saati bana göstererek; “Saati görüyor musun? Hala burada geçirmen gereken üç saat, iki dakika, elli saniye var. Aslında fena sayılmaz. Bugünkü uykun, yaklaşık altı saatlik sayılırdı. Ben yokken biraz vakit geçirmişsin. Normalde bu süre genellikle sekiz ile yirmi saniye arasında olur. Bildiğin üzere koca uykunun yalnızca birkaç saniyesini rüyayla geçirebilirsin. Bugün rüyada olduğunun farkında olduğun için bu kadar uzun gösteriyor saat. Ha bu arada kolye çalışmadığı halde neden rüyasız bir uyku geçirmek yerine burada olduğunu merak ediyorsan merakını gidereyim. Kolye gayet de çalışıyor. Çalışmayan kolyenin üzerindeki hazırlanmış rüyanın kodları. Gerçi onlar da çalışıyordu ancak ben devre dışı bıraktım. Kolyenin görevi seni bilinçaltına doğru bir
yolculuğa çıkarmak. Bir nevi ışınlamak yani. Onu da engelleme yetkim yoktu. Bu yüzden kolyeyi taktığın için buradasın.”.
Tüm bu anlattıkları oldukça ilgi çekici ve garipti ancak bunların yanı sıra kolundaki saat de fazlasıyla dikkatimdeydi. Babamın büyümemin nişanesi olarak bana bundan iki sene önce liseye geçerken armağan ettiği ancak benim onu bir ay içinde kaybettiğim metal kordonlu saat bileğindeydi. Gözümü oraya diktiğimi fark etmiş olacak ki;
“Saate mi bakıyorsun? Bunu kayıp nesneler bölümünden aldım. İlk oraya yerleştirdiğim günden beri çok kafanı kurcalıyor olmalı ki sürekli ön sırada görüyordum onu. Görünüşü de hoşuma gitmişti. Ben de zamanı onun göstermesini istedim ve bileğime taktım. Ayrıca saatin güneş sistemindeki dünyada nerede olduğunu da biliyorum. Bilinçaltında yaşadığın en ufak ayrıntıya kadar her şey arşivleniyor. Ancak bazıları, arşivde çok diplerde kalıyor ve çıkartmak için ne kadar uğraşsan da bulundukları sığlığa erişemiyorsun. Fakat onları bizzat ben arşivliyorum. Eğer rüya bitene kadar uslu bir çocuk olur ve sözümü dinlersen birkaç yasa çiğneyip sana saatin yerini söyleyebilirim. Ne de olsa üstünden epey bir zaman geçti. İlgilenmiyorlardır herhalde halen bu saatle.”.
Sevindirici bir haberdi ancak kendi beynimin içerisinde dolaşabiliyorken buna sevinmeye pek zaman ayıramamıştım. Meraklı ve heyecanlı bir halde sorular sormaya başladım Oregon’a.
“Sahi, senin adın neden Oregon?”. “Güzel bir soruyla başladın. Benim veya
herhangi bir rüya yargıcının bir ismi olmaz.
Yargıçlığı yapılan zihin ona isim verir ve bu isim, yılda bir senin mutluluk ortalamana göre değişir. Geçtiğimiz yıl mutluluk ortalaman yüzde olarak bakıldığında elliyle altmış arasında seyrediyordu yanlış hatırlamıyorsam. Bunun için de mutluluk seviyenin elli ile altmış arasında olduğu anılardan birinin başlığı benim geçen yıl verilmiş ismim oldu. Bana soracak olursan ismimden memnun olduğumu söyleyebilirim. Öncekilere kıyasla yani. Aslında geçtiğimiz yıllarda çok daha mutluydun, yıl geçtikçe ortalama düştü. Ancak ben isim olarak bakıyorum. İsmi çok ilginç mutlulukların varmış.”.
“Hangi anının başlığı bu?”.
“Oregon” kelimesi bir çağrışım yapmadı mı? Yaz tatillerindeki, Oregon’da geçirdiğin anıların biri işte.”.
Neredeyse her yaz Oregon’da oluyorduk zaten. Büyükannem orada, bir balıkçı kasabasında yaşıyordu. Demek onunla geçen keyifli sayılabilecek bir anıydı bu da. Fazla kurcalamadan bir diğer soruya geçtim.
“Neden rüya yargıçları kartopu şeklinde peki?”
“Değil. Düne kadar yne bu boyutlarda, devasa bir çavdardım. Çavdar! İnanabiliyor musun? Brian, sana kendi rüya yargıcından bahsederken kartopuna benzediğini söylediği için sen de rüya yargıçlarının tamamının öyle olduğunu düşündün sanırım. Ama yine de bir kartopu olmak çavdardan iyidir.”.
Konuşan, devasa bir çavdar düşünmek, o gün Oregon’un ince, tiz sesinden sonra komik bulduğum ilk şeydi.
“Şeklin normalde neye göre belirleniyor peki?” diye sordum.
“Unutmaktan en çok korktuğun anıya göre. O anıda en çok görünen nesne neyse o oluyorum ben de. Tabii sen, benim varlığımı fark edip, beni farklı bir formda hayal edene kadar.”.
İşte bu anının hangisi olduğunu hemen yakalamıştım. Henüz dört yaşımda, ailemle birlikte, amatörce, küçük bir kulübe hazırlıyorduk amcama ait çavdar tarlasının karşısında. Bu kesinlikle o olmalıydı. Bu anıyı unutmayı düşünmek bile acı vericiydi doğrusu.
“Neden hiç bu anıyı göstermiyorsun rüyamda? Hep onu hayal ederek uyuyorum.”.
“Gösteriyorum tabii. Fakat sen hatırlamıyorsun. Rüya görmediğini düşündüğün her gün yanılıyorsun. Hatırlamıyorsun çünkü rüyayı. Ayrıca burada bulunduğun süre boyunca bir daha gösterdiğim veya göstereceğim rüyalarla ilgili soru sorma. Yasak! diye yanıtladı sorumu. Ardından ben, meraklı sorularıma devam ettim.
“Şu kapıların ardını gösterecek mısın peki bana? Zaman geçmez yoksa burada.”.
“Birkaçını görmende sorun olacağını düşünmüyorum. Bak! Mesela şu. En çok bu kapının arkasındaki odayı kullanıyorum rüyalarını hazırlarken. Rüyanda, içinde bulunduğun tüm mekanlar orada duruyor.” dedi mor kapıyı işaret ederek.
İşte şimdi akıl almaz bir heyecana kapılmıştım doğrusu. Rüyalarımda içinde bulunduğum tüm mekanları görecektim birazdan. Belki de Kral Arthur’un sarayını, Hogwarts kalesini ya da Asgard’ı ziyaret edecektim. Artık heyecandan yerimde duramaz hale gelmiştim. Oregon ve ben birkaç adım atıp kapının önünde durmuştuk. Oregon, bir kez hazır olup olmadığımı sorduktan sonra olumlu yanıt alınca yavaşça kapıyı açtı. Ben gözlerimi kapatmıştım. Kapı sonuna kadar açılınca ben de büyük bir heyecanla bir anda açtım gözlerimi. Karşımda ufak bir oda ve odanın duvarında asılı, ucu sivri birkaç kalın ve kısa çubuk duruyordu. Üzerlerinde yine kolyede kullanılan alfabeyle yazılar yazılıydı.
Hayatımda hiç olmadığı kadar hayal kırıklığına uğramıştım. Asılmış yüzümü Oregon’a doğrulttum. Surat ifademi görünce kahkaha atmaya başladı. Hem de ne kahkaha. Böylesini görmemiştim. O ince, tiz sesi artık komik değil, sinir bozucu geliyordu. Çok kızmıştım ancak bunu göstermeye fırsat olmadan Oregon’un kahkahalarına dayanamayıp ben de gülmeye başladım. Uzun süreli bir gülüşmeden sonra zar zor yatışan Oregon konuştu.
“Ben de tam böyle düşünmüştüm. Ne beklediğini kesinlikle tahmin etmiştim. Ama merak etme. Diğer kapıların ardı, buradan çok daha fazla tatmin edecek seni. Mekanları bir odaya sığdıran da var ama ben kolaylık olsun diye bu çubuklara yerleştirdim mekanları. Geleceğini bilseydim çubuklardan çıkarırdım hepsini.” diyerek tekrardan gülmeye başladı. Benim artık gülesim yoktu. O bir yandan sırıtıp bir yandan kapıyı kapatırken ben de karşıdaki mor kapılara yöneldim. Mor kapıların sayısı diğer kapılara nazaran daha azdı. Diğer renklerden en az beş farklı ton varken yalnızca üç farklı mor kapı bulunuyordu koridorda. Üçünün ortasında durup Oregon’u beklemeye koyuldum. Oregon, arkasını döndüğünde beni onların önünde görünce gülmekten yaşarmış, kızarık gözleri bir anda tedirgin bir ifade aldı. Ciddileşti.
“Bu kapıların ardındakileri görmene izin veremem. Hadi, ilerleyelim.”
“Peki, görmeyeyim.” dedim ben de. Ancak birkaç saniye sonra merakıma hakim olamadan; “Bari ardında ne olduğunu söylesen bu kapıların?” dedim.
“Üçünün de ardında kabusların var. En açık tondan en koyuya kadar korkutuculuk seviyesi artıyor. Bu zamana kadar yalnızca en açık tonun ardından çıkan kabusları gördün. Diğerlerini göstermeyi de istemem zaten. Onları göstermemi gerektirecek kadar ağır bir suç da işleyeceğini sanmıyorum. Kabusların rüyalarının aksine önceden hazırlanmış olarak saklanıyorlar. Rüyaların gibi mekan, kişi ve objeleri birleştirip hazırlamıyorum onları. Kabuslarını Bilinçaltı Bakanlığı hazırlayıp gönderiyor. Senin korkularını analiz edip yapıyorlar bunu. Sana bu kapının ardını gösterirsem, tüm korkularını ve hatta tüm korkularından fazlasını bir arada görmüş olursun. Uyandığında yaşamının geri kalanını bir akıl hastanesinde geçirmek istemezsin herhalde. Ama şunu söylemeliyim ki korkuların gerçekten dehşet verici.”.
Kapıların artlarındakileri görme merakım ıyıce artmıştı bunları duyunca. Kabuslarım … Oregon’un da dediği gibi sık görmüyordum onları ama gördüğümde de beni uykudan soğutuyor, uyandığım günün akşamına kadar aklımı kurcalıyorlardı. Gördüğüm kabusların içeriğini her ne kadar pek fazla anımsayamıyor olsam da bana yaşattığı hissiyatlar oldukça netti zihnimde. Yani kapıların artlarında yaşayabileceğim deneyimlerin ne kadar tehlikeli olabileceklerinin kesinlikle farkındaydım. Bu yüzden hiç konuşmadan başımı sallayıp Oregon’un peşinden yürümeye devam ettim.
“Görünen o ki az zaman kalmış.” dedi bileğindeki saate bakarak.
“Hadi gel, şuraya bakalım. Burayı görmende sorun olmaz.” diye ekledi mor kapıyı işaret ederek. Heyecanla kapıya doğru yürüyüp önünde beklemeye koyuldum.
“İşte bu seni heyecanlandıracak. Rüyanda gördüğün karakterler bu kapının ardında duruyor. Ama onlarla konuşamayacaksın. Onlar seni göremez. Zaten kapıdan da içeri giremezsin. Evet, bu da yasak.”.
“Tamam.” dedim. Onlarla konuşamayacak olmam heyecanımı dindirmedi. Onayladığımı duyunca hızlıca kapıyı açtı Oregon. Bir anda karşımda cenneti gördüm adeta. Küçüklüğümden beri dükkan dolaşıp çizgi romanlarını aradığım karakterlerden tüm günümü şarkılarını geçirdiğim birçok müzisyene kadar hepsi gözümün önündeydi. Bu sefer gördüğüm oda öncekiyle kıyaslanamayacak büyüklükteydi. Bilinçaltımdaki karakterlerin hepsi birer sandalyede oturuyordu. Sandalyeler öyle bir düzen içindeydi ki bir karakter tam diğerinin arkasına geliyordu bu yüzden ben yalnızca ilk üç sırada oturanları görebiliyordum. Ancak sandalyedekileri biraz daha incelemeye başlayınca cennet tabirinin abartı olduğuna kanaat getirdim. Sıranın tam ortasında Thor oturuyordu. İki sandalye yanında heykel görünümlü Zeus, hemen onun yanında da Queen grubunun üyeleri diziliydi. Demek ilk olarak bu saydıklarım batmıştı gözüme ki kendimi inanılmaz hissetmiştim. Sıranın geri kalanı gerçek hayatta da gördüğüm hatta görmek zorunda kaldığım insanlardan oluşuyordu. Örneğin fizik öğretmenim Thor’un yanında oturuyordu.Ne yazık Thor’a.
“Neden bu kabus bölümünde değil?” diye sordum Oregon’a öğretmenimi işaret ederek.
“Dedim ya. Ben hazırlamıyorum kabuslarını. Hazırlasaydım sırf bakışlarından dolayı bile onu oraya koyardım, emin ol.”.
Ben içeriye bakınmaya devam ediyordum ki birden kapıyı kapattı Oregon.
“Sadece birkaç dakikan kaldı. Hala ardını görebileceğin farklı bir kapı varken zamanını burada geçirmek istemezdin herhalde.”.
Aslında isterdim ama başka ne görebileceğimi de merak ediyordum. Zaman beklediğimden de hızlı geçmişti.
“O halde sana iki seçenek sunuyorum: Rüyanda kullanılan sesler mi yoksa nesneler mi? Yerinde olsam çabuk karar verirdim.”.
“Sesler mi? Onları tek tek dinleyebilir miyim?”.
“Sürenden dolayı hepsini dinleyemeyecek olsan da en çok duyduklarını dinletebilirim. Çabuk seç!”
“Nesneler.Nesneleri görmek istiyorum.”.
Bunun üzerine Oregon arkasına dönüp karakterlerin ardında olduğu kapının karşısındaki sarı olanı açtı. Yine, o gün kaçıncısını yaşadığımı bilmediğim şok etkisine kapılmıştım. Bir müze gibi yerleştirilmişti nesneler. Kimi duvarlara asılı olarak sergileniyor, kimi zeminin üstünde bir camın içinde, kimi de tavandan sarkıtılmış duruyordu. Bu oda gördüklerimin en büyüğüydü. Ama bu sefer gördüklerim beni hayal kırıklığına pek uğratmadı. Çok fazla çizgi roman okumamdan kaynaklanıyor olsa gerek her yer savaşmaya yarayan, fantastik aletler, maskeler, iksir şişeleri gibi nesnelerle doluydu.
“Ne çok kılıçlarla ilgiliymişsin. Tüm tavanı onlarla kaplamak zorunda kaldım resmen. Yanlış anlama. Bu benim için iyi bir şey. Burada zaman geçirmeme yarıyor. Umarım yaşın ilerledikçe de tavan yine onlarla kaplı olur.”.
Haklıydı. Tavandan sarkıtılanların büyük çoğunluğu kılıçlardan oluşuyordu. Arada okul çantası, ders kitapları veya sıradan müzik aletleri gibi diğerlerine kıyasla sıkıcı şeyler de batıyordu gözüme. En çok ilgimi çekenlerse tamamen kendi hayal ürünüm olan nesnelerdi. Zihnimde tasarladığım çoğu şeyi bir kağıda çizip ölümsüzleştiriyordum zaten ama burada onları somut bir şekilde görebiliyordum. Onlara dokunamamak acı vericiydi. Bir tek, diğerlerine kıyasla ayrı bir noktada, zeminde üzerinde camı
olmadan duran bir nesne vardı. Bu, sıklıkla hakkındaki çizgi romanları okuduğum, filmleri izlediğim Thor’un çekici, Mjolnirdi. Biraz önce Thor’un kendisini görmüştüm ama o bile beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Odamda, yalnızca bu nesnenin maketlerine, oyuncaklarına ve çizimlerine ayırdığım bir bölüm bile vardı. Sürekli bu çekicin verdiği güce sahip olma hayaliyle yanıp tutuşuyordum. Oregon, çekicin olduğu yere baktığımı görünce:
“Onu da bir camın içine koyacaktım ama onu hayal ederken kaldırılmasını imkansız kılmışsın anlaşılan. İlk belirdiği yerde duruyor.”.
Bu söylediği yüzümde bir tebessüme sebep oldu. Hayalimdeki nesneler görünümlerinin yanı sıra hayalimdeki özelliklerine de sahiptiler anlaşılan.
Birkaç dakika daha odayı inceleme şansı buldum. Ardından tahmin edersiniz ki bu büyülü odanın kapısı da bir anda kapandı.
“Sürenin sonuna geldik sayılır. Son üç dakika. Üç dakika sonra kendini yatağında, uyanmış olarak bulacaksın. Bu arada aradığın şu saati en son bir uçağın içinde gördün. Hangi uçak olduğunu söyleyemem. Çünkü bilmiyorum. Keşke biraz dikkatli seyahat etseydin.”.
Zaen onu bulmaya dair pek umudum da kalmamıştı artık. Hayatımın o ana kadar olan en ilginç deneyiminin sonuna gelmiştim.
“Gitmeden önce ben de sana ışıne yarayacak bir şey anlatabilirim.” dedim Oregon’a.
“Dinliyorum.”
“Eğer Thor’a söylersen çekicin yerını değiştirmen konusunda sana yardımcı olacaktır.” dedim yüzümdeki gülümsemeyle.
“Peki, denerim. Teşekkürler.” diyerek yanıtladı.
“Son otuz saniye. Seninle zaten tanışıktım ama bir de konuşmak güzel oldu. Kendine ve zihnine iyi bak.”.
“Sen de kendine iyi bak. Umarım tekrar görüşürüz.”
“Hayır, goruşmeyecegız. Eğer kolyeyi ısrarla filmi izlemeden kullanmaya devam edersen yine kendini bu koridorda bulacaksın ve bu sefer ben yanına gelmeyeceğim. Kapıların tamamı da kilitli ola- “Sözünü tamamlayamadan rüya sona ermişti. Bilinçaltımdaki dünyamda kapanan gözlerim, güneş sistemindeki dünyada yeniden açılmıştı.