Nesiller boyu aktarılacak bir hikâye, dillere destan olacak bir anlatı; her zaman tek bir cümleyle başlar. Bir tanesi şöyle başlıyordu: “Topraktaki bir oyukta bir Hobbit yaşardı.”
Eserlerinin küresel şöhreti, kendisini bile gölgede bırakmış J. R. R. Tolkien’in hayatına kabaca bir bakış atacağız bu yazıda. Temel olarak kaynak alacağımız iki eser var: ilki Michael Coren imzalı “J. R. R. Tolkien / Yüzüklerin Efendisi’nin Yaratıcısı”, ikincisi ise M. White imzalı “Yüzüklerin Efendisi’nin Yaratıcısı Tolkien” adını taşıyor. Tolkien’in eserlerini anlayabilmenin yolu, kesinlikle onun hayatını bilmekten geçiyor.
O zaman başlayalım ve bu yazının başına dönelim. Her şeyi başlatan o malum cümle, rivayet odur ki yazarımız sınav kâğıtları okurken zihnine düşüyor…
Kâğıtlar önünden sırasıyla akıp giderken, yazarın önüne boş bir sayfa geliyor ve duraksıyor. Dikkati dağılıyor; bakışları, masanın ayaklarının birinin hemen yanındaki küçük halıya dalıyor. Halının üzerindeki ufak deliğe takılıyor gözleri ve o anda dökülüyor sözcükler kaleminden boş kâğıda. Sanırım o öğrenciye tembelliği için teşekkür etmemiz gerekiyor, zira o boş sayfa olmasaydı belki Tolkien’in zihninin taşması daha farklı bir şekilde, daha geç bir zamanda olacaktı.
Tolkien, babasının işi dolayısıyla Güney Afrika’da büyüyor. (Bu arada küçük bir parantez, baba Tolkienimiz evi arabayı satıp maden ocağı işletmelerine basan bir ağabeyimiz.) Yazarın kolay bir çocukluk geçirdiği söylenemez. Henüz 1 yaşında bir bebekken, bir tarantula tarafından Isırılıyor. Dadısı hemen “Amanın!” naralarıyla müdahale edip zehri emerek küçük yazarımızın hayatını kurtarıyor. Peki bu olay sizde bir şeyler çağrıştırıyor mu? Evet, aynen öyle. Mordor
sınırlarında kol gezen meşhur dev örümceğimiz Shelob, bebek Tolkien’in yaşadığı bu talihsiz anının bir tezahürü.
Yazarımız oldukça narin bir çocuk, sürekli olarak hastalanıyor, tebeşir tozu yutmasına gerek kalmadan okuldan kaytarabiliyordu. Ciğerleri zayıftı, cilt sorunları ve göz iltihapları vardı…
Anne Tolkien, ona 7 yaşındayken Fransızca ve temel Latince dersleri vermeye başlıyor. İleride bir filolog olacak yazarımızın farklı dillerle tanışma serüveni de böylelikle başlıyor. Yazarın bedeninin zayıflığına karşın, zihni oldukça kuvvetli. Çabuk öğreniyor ve kitaplara düşkün, okumayı seven bir çocuk. Ancak bunlar bir yana, bir şey onun hiç mi hiç ilgisini çekmiyor: müzik! Yazarımız müziğe karşı hem kayıtsız hem de yeteneksiz. Kim bilir belki de beceremediği için bu alana mesafeli duruyordu.
John ismini büyükbabasından miras almıştı, arkadaşları tarafından da Tollers olarak çağrılıyordu. Halası Grace ona aile tarihini anlatır, Avusturya’da Türklerle savaşıp büyük zaferler elde ettiklerini anlatırdı.
Zavallı yavrucak babasını çocukken kaybetmişti. Fakirdi ve sürekli olarak geçim kaygısı yaşıyordu. Okula gidebilmek için her gün tam 8 mil yol yürümesi gerekiyordu…
Baba Tolkien öldükten sonra aile İngiltere’ye döndü. İlerleyen süreçte Anne Tolkien, Katolikliğe geçti. Ailesi bu durumu asla kabullenemedi, onu dışladılar. Annesinin yaşadığı bu durum, ileride yazarımızın Katolikliğe sıkı sıkıya bağlanmasına yol açacaktı. Yazarın İngiltere kırsalında geçirdiği yaşantı, çok da şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yazdığı bir mekâna ilham kaynağı olacaktı: Hobbitlerin güzel diyarı Shire’a.
Ailenin ekonomik durumu iyi değildi. Tolkien, annesine sahip çıkmadıkları için tüm akrabalarından nefret ediyordu. Bir karış boyuyla yaşama tutunmaya çalışan yazarımızın hayatı daha da kötüleşecekti, çünkü annesinin dünyaya veda etme vakti geliyordu. Anne Tolkien öldükten sonra yazarımız, bundan akrabalarını suçlu tuttu, bu bir nevi onların suçuydu.
Minik yazarımız yaşamına Birmingham’da devam ediyordu. Bu dönemde ise biriyle tanışacaktı, hayatında çok önemli bir yere sahip olan biriyle: Luthien nam olacak Edith’le …
Tabii ki bir yazarın hayatında drama olmadan olmaz. Tolkien’in akıl hocası olan Peder Francis, bu ilişkiyi onaylamıyordu Yazarımıza, “Bırak karı kız peşinde koşmayı da adam gibi okulunu oku!” diyerek ayar verdi. Gençler ayrıldıktan sonra moral olarak düşüşe geçmişler, yüreklerinde Tolkien’in bile kelimelere dökmekte zorlanacağı bir yara açıldı. Yazarımız, sınavlarında başarısız oluyordu. Hayatı bir anda tepetaklak olmuş gibiydi, hiçbir şey yolunda gitmiyordu. “İtirazım var bu zalim kadere!” diyerekten hayata devam etmeye çalışıyorlardı.
Edith, Tolkien’in biricik sevdiceği, ayrı kaldıkları süre içinde ailesinin zorlamalarıyla nişanlandı. Tolkien bunu kabullenmedi. Uzun uğraşlar sonucunda, nihayet nişan bozuldu ve ikili tekrar kavuştu (Ah Romeo! Neden Romeo’sun sen?).
Yazarımızın kulüplere karşı ilginç bir çekimi olsa gerek, hayatı boyunca bu tarz oluşumlarda bulunacaktı. Lise yıllarındayken okulunda bir kulüp kurdu, üç arkadaşıyla birlikte burada kültür ve sanat üzerine konuşmalar yapıyordu. Her biri okulun en parlak öğrencilerindendiler. Bu grup ileride Tolkien başta olmak üzere pek çok yazara derinden etki edecek olan İnkling kulübünün de öncülü gibi gözüküyordu.
Tolkien’in fikirleri genel kanaatten farklıydı. Shakespeare’i abartılı buluyor, Bard’ın piyeslerinden hoşlanmıyordu; 18. ve 19. yüzyıl eserlerinden ise külliyen nefret ediyordu. Ayrıca Disney Stüdyoları ‘nın ürettiği işleri ise görmeye bile dayanamıyordu …
Bilim ve teknolojinin insanoğlunun gelişimine katkı sağladığını kabul etmiyordu, bir makine karşıtıydı. Televizyonu olmadı, radyo dinlemedi.
Çağdaş edebiyat, müzik, tiyatro ona haz vermiyordu. Hele ki güncel politikaya hiç katlanamazdı. Kesinlikle çağına ait birisi değildi, sanki başka bir dünyada yaşıyordu.
Şartlar olgunlaştıktan sonra yazarımız, “Allah’ın emri, peygamberin kavliyle” Edith’i isteyecek; kızın ailesi de “Verdik gitti!” sloganlarıyla ortalığı bayram yerine çevirecekti. Ancak evliliğin pek de ideal bir evlilik olduğu söylenemezdi (Aşağı yukarı dönemindeki çoğu evlilik gibi). Tolkien’in Edith’e çok da iyi davrandığı söylenemezdi. Onu Katolik olmaya zorluyordu. Karısının müziğe olan ilgisi ve yeteneğini görmezden geliyordu. Onunla pek fazla sohbet etmiyor, iş hayatıyla ilgili şeyleri paylaşmıyordu. Karısının arkadaş ortamlarına dahil olmasına yardımcı olmuyor, Edith onun iş arkadaşlarının karıları tarafından cahil görülüyordu. Bunlardan dolayı karısıyla araları zaman zaman bozuluyordu.
Tolkien’in onu sevdiği kesindi, ancak bazı şeyleri doğru yapamıyordu. Tolkien’in genel hal tavrı, buyurgan bir edaya ve çocukça bir sevgiye dayanıyordu …
Savaş başladığında dünya genelinde oldukça zorlu bir süreç başladı. Herkesin bir ayağı gündelik yaşamındayken bir ayağı savaşa uyum sağlamaya çalışıyordu. Tolkien, okulla cephe arasında gidip geldiği süreçte, zihninde kıpırdanan bir şeyler vardı. Zamanla hareketlenen o tohumlar birer filize dönüşmeye başladı, artık Silmarillion yazarın zihninde dolaşıyordu.
Orduda hizmet ettiği esnada siper humması hastalığına yakalandı. Çocukluğundan beri zayıf bünyesi ona dert olmaya devam ediyordu. Siper humması, çok ciddi ve çoğu vakası ölümle sonuçlanan bir hastalıktı. Cepheden döndükten sonra Tolkien, neredeyse iki sene yataktan çıkamadı. (Garibanın yüzü gülür mü?)
Her zaman düşündüğü şey İngiltere’nin, kendi içinde bütünlük oluşturacak bir mitolojiye sahip olmadığıydı. Bunu eksiklik olarak görüyor ve giderilmesini istiyordu. (Allah başka dert vermesin.) Sürekli olarak epik hikayeler ve destanlarla yatıp kalkıyordu.
Anglo-Sakson dili profesörü olmuştu. Bir düzine dil bilmesine karşın, Fransızcası ve İspanyolcası bir türlü vasattan ileriye gidemiyordu …
Kendisi ismini anmamış oIsa da Lord Dunsany’den etkilenmişti. Onun gibbelinlerini
kendi eserlerinde goblin olarak kullanmıştı. William Morris’ten ise kendinin de belirttiği gibi çok fazla etkilenmişti. Kendi kuşaklarından Eddison, onun yazdıklarını hafif bulurdu. Tolkien ise onu, belki de kendi dönemlerinin en iyi fantastik yazarı olduğu söylerdi.
Tolkien başkalarından etkilendiği gibi kendinden de etkileniyordu. Hobbit’i yazarken Noel Baba’dan Mektuplar’dan etkilenmişti. Bahsi
geçen eseri ise çocuklarına Noel Baba’nın gerçek olduğunu ispat etmek için, onlara yazdığı mektupların derlemesiydi.
Yazılarını yayınlamak gayesiyle hareket etmeye başlayınca, ilk ret mektuplarını da almaya başladı. Yazdıkları onun dünyasını çok fazla yansıtıyordu. Ruh halleri ve yaşadıkları kaleminden dökülen sözcükleri çok etkiliyordu. Onun kişiliğini en çok yansıtan eser ise Silmarillion’du. O kadar uzun süre yazdı ki hayatının her evresi ona dahil oldu ve eser asla tamamlanmadı …
Bazı öğrencileri ona deli diyorlardı. (Desinler değişemez … ) Çünkü bazı zamanlar dersin ortasında anlattığı konuyu bırakıyor, elflerden ve goblinlerden bahsetmeye başlıyordu. Çocuklarına da bunları anlatmayı seviyordu. Onlara uykudan önce yahut uzun yolculuklarda masallar uydurup anlatıyor, daha sonra onları öyküye çeviriyordu. Nihayet o kutlu vakit geldiği zaman, en yakın ahbabı ve aynı zamanda yazın hayatında da en büyük etkiye sahip kişiyle tanıştı: C. S. Lewis ile. Lewis, Tolkien’le tanıştıktan sonra günlüğüne şöyle yazacaktı: “Şık, soluk benizli, ağzı iyi laf yapan, ufak tefek bir adam… ”
Tolkien’in fikirlerinin farklı olduğunu söylemiştik, bunda en büyük etkiye ise koyu bir Katolik olması sahipti. Örneğin tüm edebi eserlerin 30-40 yaş aralığındaki erkekler için yazıldığını düşünüyordu. Bu onun zihin yapısı için normaldi, çünkü gerici bir zihniyete sahipti. Erkeklerin ve kadınların toplumsal rolleri konusunda sabit fikirliydi …
Dostu Lewis’i çok seviyor ve sayıyordu. Onun eleştirileri doğrultusunda Beren ve Luthien adlı eserını neredeyse sil baştan yazdı. İkilinin hedefleri ve ilgi alanları aynıydı.
Yanlarına birkaç arkadaşlarını daha alarak, İnklings isimli topluluğu kurdular. Belirli vakitlerde toplanıp edebiyat ve mitoloji üzerine sohbetler gerçekleştiriyorlardı.
Yazdıklarını birbirlerine okuyorlardı. Narnia da Hobbit de ilk defa bu toplantılar esnasında dillendirilmişti …
Tolkien ve Lewis’in arkadaşlıkları yaklaşık yirmi yıl sonra bozulmaya
başladı. Tolkien’in nahoş kişilik özellikleri bunda en etkili faktördü. En başta kıskanç biriydi. Dostlarını yalnızca başkalarından kıskanmıyor, onların şahsi başarılarını ve şöhretlerini de kıskanıyordu. Lewis, ondan daha ünlü ve başarılı bir yazardı.
Lewis’in kişilik özellikleri onunkinden oldukça farklıydı. Bir kere açık fikirli biriydi, bağımsızdı, farklı bakış açılarından bakabiliyordu ve renkli bir kişilikti. (Anlayacağınız tam bir parti adamı!) Kısaca Tolkien’in tam zıttı bir karakterdeydi. Tolkien, karısına yaptığı gibi dostuna da dini görüşlerini değiştirmesi için vaazlar veriyordu. Tolkien ne kadar sofu biri idiyse, Lewis de o kadar dine uzak biriydi. Hatta hayatının bir dönemini ateist olarak geçirmişti, tabii dostunun etkisinde kalmaktan da kaçamayacaktı.
Lewis, dostluklarına çok kıymet veriyordu. Bazı eserlerini Tolkien’e ithaf etmişti, hatta araları bozulduktan sonra bile eski dostunun kitaplarının reklamını yapacak kadar vefalıydı. Ancak Tolkien pek de öyle biri değildi. Bilakis Lewis’in okunmaması gerektiğini telkin ediyordu. Ayrıca Lewis’in şahis çevresinden de nefret ediyor, arkadaşlarına kötü gözle bakıyordu.
Lewis’in meşhur Namia serisini hiç sevmezdi. Kendisi, ona göre çok geç ün kazanmıştı. Lewis, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiye ve yaratıcılığa sahipti, sürekli olarak yazıyor ve her geçen gün daha fazla popüler oluyordu. Tolkien onun gibi değildi ve bu duruma bozuluyordu. Tolkien çok titizdi, öyle ki Silmarillion’u ölene kadar bitiremedi ve oğlu Christopher’a devretti.
Leverhulme Araştırma Derneği’nden fon alıyordu, bu yüzden Hobbit’i hızlıca bitirmek istiyordu. Çünkü üniversite fonlarını akademik çalışmalar yerine çocuk kitaplarına harcadığının öğrenilmesini istemiyordu …
Tolkien mitolojisine dinsel bir arka plan yerleştirmeyi denese de başarılı olamamıştı. Mesajlan yer yer çelişkili ve anlaşılmaz kaldı. Orta Dünya’nın meşhur Numenor kıtası, Atlantis’ten veya Mu’dan esinlenilerek yaratılmıştı. Bilbo, tıpkı Tolkien gibi, ilerleme karşıtı orta sınıf bir İngilizin; Samwise Gamgee ise İngiliz işçi sınıfının bir temsiliydi. Eserlerinde alegori olmadığını söylese de yazdıkları bilinçaltının alegorisinden başka bir şey değildi.
Genel itibariyle yazarımızın hayatındaki önemli olaylar bu şekilde sıralanabilir. Tabii hayatına dair çok daha fazla bahsedilmesi gereken konu olduğu aşikardır. Tolkien oldukça farklı bir kişilikti, şahsına münhasır bir şekilde hayatını idame ettiriyordu. Nahoş kişilik özellikleri bir kenara bırakıldığında, özellikle İngiliz edebiyatı için bir kilometre taşı niteliğinde. Nitekim Tolkien’in yazma motivasyonu, İngiliz mitolojisinin dağınıklığını gidermek ve destan geleneğindeki eksiklikleri tamamlamaktı. Bunun için kolları sıvadı ve nesiller boyu hayranlıkla bakılacak bir mitoloji oluşturmayı, insanları derinden etkileyen modem bir destan yazmayı başardı. Uzun lafın kısası, büyük adam mı bilemiyoruz ancak büyük bir yazar olduğunu biliyoruz. Fantastik edebiyat gönüllülerinden saygıyla…