“Sisyphos ‘u gördüm, korkunç işkenceler çekerken;
Yakalamış iki ucuyla kocaman bir kayayı,
ve kollarıyla, bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, ha bire itiyordu onu bir tepeye doğru,
İşte kaya tepeye vardı, varacak, işte tamam,
Ama tepeye varmasına tam bir parmak kala,
bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri,
aşağıya doğru yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya,
o da yeniden itiyordu kayayı tekmil kaslarını gere gere,
kopan toz toprak ha bire aşarken başının üstünden,
o da ha bire itiyordu kayayı, kan ter içinde. ”
. . . Diye diye tastamam, upuzun bir destanı bile vardı, adına methiyeler düzülen. Sisifos ya … Şimdilerde biteviye, sürüncemede kalanlara; ama sonuçsuz kalacağını bile bile yapmaktan da kurtulamadığımız olaylarla özdeşleşen o şahsına münhasır şahsiyet. Kim demiş mitolojik kahramanlar uydurmaca, kandırmaca, hayaletlerden hallice diye. Hangi fanı, onlar kadar canlı kalıyor şu ölümlü dünyada? İnsanlık var olduğu sürece hepimizden daha uzun süre kalacaklar yaşamda. Ölümsüzlük zırhını giymişler bir kere. Sisifos ki, onun laneti ölümsüzlere çelme takmakla başladı. Tanrılar göz yumar mı, bir ölümlü tarafından oyuna getirilip hele alt edilmeye? Göz yummadıkları gibi Sisifos’u canından bezdirdiler. Tanrıları kandırmaktan zevk alışını alışkanlık haline getirmiş olacak ki hep gözü kara işlere kalkıştı Sisifos. Hatta öldü de bir gün. Öyle katakulliler, öyle oyunlar çevirdi ki oradan, ölüler yurdu Hades’ten bile geri geldi. Ama çekirge misali, zıplayamayacağı günün gelmesi de sonsuza dek sürmedi. Öldü bir gün ve geri dönmenin de artık yolu yoktu. Düştü tanrıların eline. Cezasıyla da böyle tanıştı işte. Çoğunuz o olayı biliyordur. Her seferinde aşağıya yuvarlanacağını bildiği bir kayayı, binbir emekle canını dişine takıp, dağın tepesine taşımak zorundaydı. Taşıdı da hep. Bile bile. Göz göre göre. Buna hayıflanacak kadar da ne takati ne de boş vakti vardı Sisifos’un. Ama bu olayda Sisifos’a güç veren garip bir hal vardı. Ölümlü doğasından aşina olduğu bir kanıksama sanki. Öleceğini bile bile yine de yaşamda kalmak için var gücüyle çırpınan kısıtlı bir zamanda, çılgınlıklarla dolu bir mücadele arenasındaki insanın yaşam amacının, ne farkı vardı onun taşımak zorunda olduğu kayadan? Üstelik ona göre ceza olarak dayatılan bu görev, herhangi bir insanın sıradan denilen yaşamından daha anlamlıydı. Ortada bir suç vardı ve bu trajik hata tanrılara karşı işlenmişti. Sisifos bir kumar oynamış ve kaybetmişti. Ama rakibinin tanrı olduğu ve kendisinin de kazanma ihtimalinin olduğu bir oyunda yenilmişti. Galip de gelebilirdi. Böylesine sarhoş edici bir zafer olasılık dahilindeydi. İşte bu ihtimalle yüzleşmiş olmanın verdiği zevkle taşıdı o koca kayayı o tepeye hep. Ama kimse yüreğine kudret pompalayan asıl nedeni bilmedi.
Üstelik Sisifos hayatını, kursağında dünyevi hayatına dair hiçbir heves kırıntısı kalmadan, ecel ile gelen doğal bir ölümle kaybetmişti. Bir insan daha ne isterdi ki?
Ama efsane işte, Midas’ın kulakları her yerdeydi. Midasların sadece adı değişir, Midaslar ve hırslarının gücü ise değişime dirençlidir. Sisifos’un güç bulduğu, o ruhunu şahlandıran neden de canlandı, dillendi, aldı başına gitti. İşte ne olduysa da Sisifos’un kayasını tepeye çıkardığı o gün oldu.
– Dur artık. Gerisini ben anlatacağım. Zaten başlıkta anlattın olacakları. “Sisifos’un Kayasının Düşmediği O Gün” anlamamış olan yoktur olacakları. Homeros’a da dayamışsın en başta sırtını. Ver coşkuyu, ver coşkuyu, gel keyfim gel. İlk sen değilsin ki beni dillere saran, dolayan. Ama buranın da tanrısı sensin, değil mi? Her yerde var bir tanrı. Huyum ama duramam karşı çıkmadan. Bu tını. Sinir bozucu bu ahenkli söylem. Farkında değilim deme. Kim olsa sezer mısra ritminde akan bu anlatım tarzını. Destan olacak ya, manzum bir esere yaraşır bir havada yazılmalı. Bıkmışım abartılı, ağdalı destanlardan. Beni kayalar, ölümler bile yıldırmamış, sana mı boyun eğeceğim? Bildiğim dilde anlatacağım ben olanları. İzninle buranın tanrısı. Ne ceza vereceksin bana, onu düşün sen.
Nasılsa cefa çekmeye alışkınım.
Önce biraz başıma ne, neden geldi onu anlatayım. Herkes beni ve başıma gelenleri anasından doğduğu günden beri bilmek zorunda değil. Tanrılara has bir hastalık olan “Herkes beni tanımak zorunda” illetinden mustarip değilim. Haklı çıkmak, hoş gözükmek, böbürlenmek gibi de bir iddiam yok. İşte o gurur ve kibir abidesi tanrıları en çok kızdıran da bu düşüncelerim oldu ya zaten. Herkes onları tanımalı, söyledikleri her söz sorgusuz sualsiz yasa olarak kabul görmeliydi. Hep böyle olmuştu ve olmalıydı da. Onlara karşı gelmek hele. Kimin haddineydi. Onların dünyasında uzun bir süre yaşadım. Bu yüzden çok iyi tanıyorum ya tanrıları ve ego yarıklarını.
Ben kim miyim? Adım Sisifos. Antik Yunan Çağının bir keşfiyim. Mitoloji dünyasının lanetli bir ferdiyim. Şans konusunu daha sonra konuşalım. Çünkü şanssız mı yoksa çok mu şanslı olduğum başıma gelen hadiseye nereden baktığınıza bağlı. Ateşi tanrılardan çalıp insanlığa veren Prometheus gibi ben de tanrılara tanrıcılık oyununda galebe çaldım. Haliyle de dışlandım. Ulu Tanrı Zeus’u ele verecek kadar gözü kara olmaktı suçum. Her düzende olduğu gibi kara da olsa bu da bir düzendi ve kurallara tabiydi. Tanrılar, her şeyi yapmaya muktedirdi ve kimse karşı gelemezdi. İşte her şeyi başlatan Zeus’un Baş Tanrı Asopos’un kızı Aigina’yı kaçırdığına şahitliğim oldu. Susup oturmamdı benden beklenen. Ama yapmadım. Asepos’la şehrimin kalesinde bir kaynak fışkırtması konusunda anlaştım. Ve kızını kaçıranın adını fısıldadım. Zeus dedim. Zeus yaptı. Var mısın gerçeği söyleyen, Zeus bana yapmadığını bırakmadı. Önce yıldırımlarla kırbaçlandım, yetmedi beni alıp Hades’e götürsün diye yolladığı ölüm cini Thanatos’u kıskıvrak bağladım. Cin min kalmayınca ortada kimsecikler de ölmez oldu. Hiç olur mu? Zeus hepten çıldırdı. Ölüm cinini kurtarıp ona alışkın olduğu tarzda buyurdu, “Al şu Sisifos’un canını!” aldılar evet canımı. Ama ben ölümden de dönmenin yolunu bulmayı akıl ettim. Ben akıl ettikçe onlar akılalmaz işkenceler icat ettiler. İşte şimdi efsane olan ve dünyanızda neredeyse bir kavramda hayat bulan o lanetin başkahramanı oldum. Evet, o benim. Umutsuzluğun simgesi. Anlamsız çabaların hayat bulmuş hali. N amıdiğer Sisifos.
Ne mi benim lanetim? Bir kayayı hayat amacı edinmek. Her seferinde aşağıya yuvarlanacağını bile bile büyük bir kayayı, canhıraş bir dağın tepesine taşımak. Öyle uzun süre yaptım ki bu işi artık yılmayı bile unuttum. İnanır mısınız, kayamdan ayn kaldığım anlarda özler oldum o soğuk, sert taş parçasını. Bağrıma taş basarım diyenler duyun beni. Ben zevkle yapıyorum o işi. Rüyamda bile itiyorum o kayayı ta yukarı. Bakın yine şiire bulandı dilim. Hay ağzıma tüküreyim. Ta Homeros’tan beri bu anlatım diliyle doldurdular dört bir yanımı. Onca zaman öyle yoğun maruz kalmışım ki bu dile, elimde olmaksızın konuşuyorum böyle işte. Ama artık gerek kalmayacak. Bir süre sonra herkes gibi güncel bir dile alışırım elbet. Evet, başta söyledi ya yazan. Bir gün aşağıya yuvarlanmadı benim canım kayam.
Şöyle oldu:
Dokuz yüz on iki bin beş yüzüncü günün akşamı yine çıkmıştım o tepeye. Öyle zamanla hafiflemiyor ki her geçen günle azalsın yüküm. Bir süre sonra kaslarım gelişti, işin de ilmini iyice alınca teselli buldum, hatta neşelendim halimden. Öğrenilmiş çaresizlik diyorlarmış benim durumuma. Ama ben öğrenmedim sadece kabullendim. Çaresizlikten de değildi. İnanır mısınız, ben sevdim o kaya ile olan münasebetimi. Koskoca bir felsefeye bile ilham olmuş durumum. Saçma bir duruma yazgılı oluşum. Sizin hayatınıza yüklediğiniz anlamlarla özdeşleştirilmiş halim. Öleceğinizi bile bile, her gün aynı sabaha uyanan sizler, var gücünüzle yaşam mücadelesi verirken bana acır, ibret edermişsiniz. Şaşırdım. Pek şaşırdım doğrusu.
Çok uzatıp da asırlardır yapmakla yükümlü olduğum şey gibi tekrarlayıp durmayım lafları. Bir gün yuvarlanmadı işte aşağıya kayam. Hep hayalini kurduğum şekilde, zirvede dalgalanan bir keşif bayrağı gibi heybetle kaldı orada öylece. Zaman o an durdu sanki. Ne yapacağımı bilemeden bir müddet şaşa kalmanın şaşkınlığını yaşadım. Sayısız zaman, öyle çok duygudan yoksun kalmışım ki, unutmuşum taarruza geçip beni sarsan onca hissi. İttim biliyor musunuz, düşsün diye kayayı. Niye diye sormayın. Ama burada olmanın da mecburiyeti bunu açıklamamı gerektiriyor, değil mi? Başka bir mücadeleyle tanışmak istemedim. Biliyorum ki, bilirsiniz ki bir şeyin bitmesine karar verilmişse mutlaka başka görev, yasa, kural adıyla kılık değiştirerek girecektir dünyanıza. En zor koşullarda bile tutunmayı becermişken şimdi gel de acemisi olacağın belli, bilmediğin bir yerde en baştan başla. Sisifos Söylencesi de yitsin, gitsin. Ben boşuna mı taşıdım o kayayı, hiç yere?
Benim de yarıklarını varmış demek. Unutulmaktan bu kadar korkuyor olmakmış tanrılardan kaptığım illet.
Biliyor musunuz? O kayayı taşımaktan hiç yüksünmedim de asıl anlamsızlığı dağdan elimi kolumu sallaya sallaya inerken yaşadım. Gökyüzüne baktım, evet masmaviydi; çiçekler, ağaçlar vardı, çeşit çeşit, pek de güzeldiler. Ama yarın, sonraki gün, daha da sonrası, uzak gelecekte mesela … Ben ne yapacaktım ki artık.
Tanrılar olmadan.
Kayam olmadan.
Şimdi bulmuşlar esaslı bir ceza
Canıma okuyan.