“Sağlam yaradılışlı belinde
Elli aygır durabilirdi,
Ak ova gibi sırtında
Altmış koyun sürüsü yaşayabilirdi. ”
Doğa nefesini kaybetmiş, güneşle dertleşebildiği yerlerde huzuru altın bir kafeste en mukaddes dağın tepesinde saklıyordu. Bu yerlerden birisi Yersub kentiydi. Bir kent demek için çok küçüktü. Çok geniş olmayan bir alanda tek katlı dökük evlerde yaşayan ve toprağın emanetiyle geçimlerini sağlamaya çalışan insanların olduğu bir kasabaydı. Amber ise bu evlerden birinde, sobanın yakınındaki bir pencere önünde, yıldızları saklanmış gökyüzüne bakıyordu. Bugün ekim ayının üçüncü gecesi, dünyaya gelişinin on sekizinci senesiydi. Hissettiği hüzünle karışık büyümüşlük hissi zihnini kurcalıyor, şu an her evin içinde olduğu gibi mutluluğu ve hayatı sorguluyordu. Sağında her biri bir köşeye dağınık yatmış kardeşlerine baktı. Bedenleri yorgunluktan kendisini dipsiz bir uykunun içine atmıştı. Toprak her gün biraz daha verimsizleşiyor ve onlar her gün biraz daha fazla çalışıyordu. Tarlaya her ayak bastığında hissettiği acı onu artık daha fazla ayakta tutamayacak gibi hissediyordu. Bunu kimseye anlatamazdı ama her elini uzattığında toprak parmaklarının arasında onunla dertleşiyordu. Deli miydi, yoksa bir şeyler yapması gereken bir elçi miydi? “Saçmalama artık Amber.” diyerek yorganın altına girdi.
Galhan ve Kaliypa, Utkan gelmeden evin her yerini süslemiş bugünün özellikle onun için özel olması için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Tüm hazırlıkları onlar yapmış olsa da pasta Fatih Bey’e aitti. Sonuçta bugün üçünün doğum günüydü, bir şeyin hepsine sürpriz olarak kalması gerekiyordu. Bir iki saat sonra tüm misafirler gelmiş büyük ve güzel bir doğum günü kutlaması yapılmıştı. Uzun süredir hastalıklarla savaşan Utkan için en mutlu gündü, üstelik anneannesi Ağça Hanım artık on sekiz olmalarının şerefine ilk defa kendi başlarına tatile gitmelerine izin vermişti. Şehirden uzakta kalan bir göl kenarında kamp yapmak için izin almışlardı. Koruma bölgesiydi ama onlar gibi ailelerin izin alması çok zor değildi. Sabahın ilk rüzgarıyla yola çıktılar. Utkan, bu beton yığınından sonsuza kadar kurtulmak istiyordu, bu üç gün ona şüphesiz çok iyi gelecekti. Griliklerden yeşilliğe doğru açılan yolda ilerlerken doğayı tüm zerrelerine kadar hissetmek istiyordu. Kamp yapacakları yere doğru yaklaşırken adeta tüm hücreleri cümbüş ediyordu. Arabanın kapısını açıp da güneşle yüzleştiği an ise ruhu gökyüzüyle birleşti. Kendini koskoca bir huzurun ortasında yalnız ve sakin hissediyordu ama Galhan’ın sarılmasıyla zihninden sıyrıldı, kocaman gülümsedi.
Utkan, Galhan ve Kaliypa ilkokuldan beri en yakın arkadaşlardı. Aynı sene, aynı gün doğmuş olmaları onları hep özel olduklarına inandırmıştı. Utkan’ın hastanede ateşler içerisinde geçirdiği günler ise onları birbirine daha çok bağlamıştı. Doktorların yaşamasına gün biçmesine rağmen Utkan gücünü göstermiş ve ayağa kalkmıştı. Upuzun siyah saçları, uzun boyu ve ela gözleriyle dikkatleri çabucak kendine çeken, konuştuğu zaman herkesi kendine hayran bırakan biriydi. Galhan, grubun en delisi en heyecanlı olanıydı. Alevi andıran kıvırcık kızıl saçlarıyla oldukça sevimliydi. Kaliypa ise sessiz ve içine kapanık ufak tefek bir kızdı. Yalnızca gülümserdi. Genellikle Galhan’ın hevesli sesiyle hareket ederdi. Kamp yapacakları göl kenarına geldiklerinde de yine Galhan herkesten önce davranıp kendini göle atmıştı. Sevinç çığlıklarıyla yüzüyor, kızlara yanına gelmeleri için yalvarıyordu. Utkan daha fazla dayanamayıp kıyafetlerini çıkardı, sessizce oturan Kaliypa’yı da orada bırakmadı. Tüm gücüyle kollarından çekerek onu da ikna etti. Kahkahalarla suya atladılar. Gölün içerisinde eğlenirken serinlemeleri gerekiyordu ama sanki güneş daha çok ısıtıyordu. Yarım saate yakın suyun içerisinde eğlenmelerine rağmen çıkmak istemiyorlardı, biraz sonra Utkan’ın kalbi sıkışmaya başladı. Arkadaşının göz bebeklerinin büyümeye başladığını fark eden Galhan, hemen ona doğru yüzüp kollarından tuttu. Endişelenmişti ama soğukkanlılıkla onu sudan çıkarmaya çalışıyordu. Tüm gücüyle sarılsa da bir türlü Utkan’ı hareket ettiremiyordu. “Kaliypa!” diye sinirli bir ses tonuyla bağırdı. Utkan, parça parça nefes alıyordu. Suyun altından bir şey onu aşağı çekiyormuşçasına ağırlaştı. Galhan daha çok sinirlendi, arkasına dönmeden “Kaliypa, orada öylece duracağına yardım et.” diye bağırdı. Tekrar bir ses alamayınca arkasına döndü. Arkadaşı yoktu. O şaşkınlıkla kollarının arasındaki Utkan ellerinden kaydı. Vücuduna bir sıcaklık yayılıyor, suyun içerisinde terliyordu. Öfke ve endişe başında yumruklanmış ne yapacağını bilmiyordu. Hava kararıyor, görüşü daralıyordu. Elindeki en yakın seçenekle “Utkan” diye bağırıp suyun altına daldı. Fazla derin olmayan gölün toprağı çekilmişti sanki, bir dip göremiyordu. İki dostu da yoktu. Bu sefer yalnızlık hissi kalbine vurmuştu. Tüm duygularının eşliğinde vücudu öfkeden coşuyordu. Vücudundaki sıcaklık artıyor ve bedeninden dışarı çıkmak için derisini zorluyordu. Yeniden su yüzeyine çıktığında hem ağlıyor hem de bağırıyordu. Yumruk yaptığı ellerinde dayanılmaz bir acı hissetti. Duygularının son eşiği geçtiğini fark ediyordu, o sıra avuçları ve ayakları alev alev yanmaya başladı ama az önce hissettiği acıların hiçbirini hissetmiyordu. Şaşkınlıkla avuçlarını kaldırdı, bu bir göz yanılması mıydı yoksa gerçekten ellerinden ateş mi çıkıyordu ayırt edemiyordu. Suya tekrar daldığında ise gölün dibinden bir mavi ışık huzmesinin ona doğru geldiğini gördü. Tüm gücüyle kıyıya yüzmeye başladı. Şimdi de inanılmaz bir şaşkınlık içindeydi. Bu kadar duyguyu nasıl aynı anda yaşayabildiğine hayret ediyordu. Dipten hızlıca yayılan mavi ışık şimdi tüm gökyüzünü sarmıştı. Galhan, acıyla gözlerini kapattı. Bir müddet öyle kaldıktan sonra hıçkırarak ağlamaya başladı. Parmaklarının arasından karanlığı görüyordu ancak kafasını kaldırıp etrafa bakacak gücü kendinde bulamıyordu. Birkaç dakika sonra su sesi duydu ve bir heyecan ile kafasını kaldırdı. Gördüğü manzarayla birlikte çığlık atmaya başlamıştı. Hem ağlıyor hem saçlarını çekiyor hem de çığlık atıyordu. Suyun içinden çıkan Utkan ise kucağında Kaliypa, sızlayan bacaklarını sürüyordu. Galhan’ın yanına gelince yere çöktü. Acı bir sessizlikle ağlayarak Kaliypa’nın yüzüne gelen saçlarını temizledi. Arkadaşının dupduru tenindeki masumluğu seyretti. Bir umutla nefesini kontrol etti ama maalesef en ufak bir yaşam belirtisi yoktu. İşte tam o an, az önce yaşadıklarının farkına vardı. Acı bir şekilde haykırdı. Kaliypa’nın cansız bedenine sarılıp hıçkırarak ağlamaya başladı.
Utkan, uyandığında özenle düzenlenmiş bir hastane odasındaydı. Kaç gündür böyle yattığını bilmiyordu. En son nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. O an dostu Kaliypa’nın soğuk bedeni aklına geldi. Yeniden hıçkırıklara boğuldu. Ayağa kalkıp nefesi kesilene kadar koşmak istiyor, bu düşünceyle başa çıkamıyordu. Doğrulduğunda sargı içindeki bacağını gördü. Bacağı şimdi sızlamaya başlamıştı. Taşlar yerine oturuyordu, kan kaybından bKurumuş boğazından kelimeleri çıkmaya zorlayarak bağırdı: “Galhan!”. Annesi ve Galhan koşarak içeri girdi. Galhan, oldukça solgundu. ayılmış olmalıydı. Ya Galhan, o neredeydi?
Gözleri ve yanakları çökmüş, zayıflamış görünüyordu. Bir dostunu daha kaybetmenin korkusuyla saatlerdir hastanenin koridorunda bekliyordu. Uyanık dostunu görünce yaşlı gözlerle boynuna sarıldı. Annesi Doktor Tuğba Hanım da kontrollerini yapıp kızına sarıldı. Acılarını sessizlikle paylaşıyorlardı. Tuğba Hanım kızını yormak istemiyordu ama “Neler olduğunu anlatmak ister misin?” diye sordu. Utkan, metanetle başını salladı ve anlatmaya başladı: “Önce, girdiğimizde serin olan suyun ısınmaya başladığını hissettim ama sanki güneşten değildi, ısıtan benim vücudumdu. Sonrasında kolyem boğazımı sıkmaya başladı, ağırlaştı. Ne onu ne de kendimi taşıyabildim.” Tuğba Hanım, kızının anlattıkları karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu. Utkan ise şimdi ağlayarak anlatıyordu. “Kendimi suyun dibinde bulduğumda ise Kaliypa sevgiyle bana bakıyordu. Elini uzattı, ayakları iki sarmaşık ile tutuluyordu ama o gülümsüyordu. ‘Gitmem gerekiyor’ dedi. Suyun altındaydık ama nefes alabiliyorduk, sanki farklı bir aleme girmiştik. Birden masmavi bir ışıkla kaplandım. ‘Hiçbiri senin suçun değil ay yüzlü dostum. Ben bu yükü kaldıramam.’ dedi ve gördüğüm o sarmaşıklar damarlarından kanıyla karıştı sanki ve o yavaşça gözlerini kapattı. Öfkem ve hüznüm birbirine karışmıştı. Acıyla bağırdığımda vücudumdaki mavi ışık her yeri kapladı. O sarmaşıklarla savaştım, Kaliypa’yı kollarımla sardım.” Galhan hıçkırıklara boğulmuş dinliyordu. Ne kendi yaşadıklarına ne de arkadaşının anlattıklarına aklı yetmiyordu. “Kendimi suyun üstünde, kucağımda Kaliypa ile bulduğumda yaşadıklarım rüya gibi geldi ama gerçekti. Her bir hücremde hissettim, yaşadım. Canımdan bir canı kaybettim anne.” diyerek hıçkırıklarla boynuna sarıldı. Tuğba Hanım, ihtimal vermek istemiyordu ama kızının hayatta olmasının bedelini ödemeye başlamışlardı.
Oçi Bala atacağı oku taşır, ak kılıcı takıp gezerdi. Attığı oku taştan dönmez, söylediği söz beyden dönmez, alp gelse kavrayıp tutar, bahadır gelse sıkıca tutar, anlı şanlı pehlivandı. O savaşa kavgaya girmez, kavgaya geleni bırakmazdı. Göklere götürülüp ayla bütünleşmiş, şamanların en güçlüsüydü. Atının sırtında doğurgan toprağın üzerinde dostunun yurtluğuna ilerledi. Kaliypa ateşler içinde yatıyordu. Kız kardeşi donukça suratıyla başucunda bekliyordu. Ne pişmanlık ile yanıyor ne de minnetle gözyaşı döküyordu. Uzunca boyuyla tepesinde bekleyen Oçi Bala “Ne böyle oturursun, kendini senin için feda etmiş Kaliypa’ya vefa etmez misin?” diye kükredi. Mahcupça kafasını kaldıran kız kardeş; yüzü ay ışığı gibi aydan altın simalı, yüzü gün ışığı gibi güneşten gümüş simalı, o dolunay simalı, yanağı gökkuşağı gibi doğan aydan parlak, göz kamaştıran bahadır, parlayan güneşten daha görklü, parıltılı pehlivan Oçi Bala’ya baktı. Zayıf bedenine bindiremediği şamanlık yükünden bir kez daha titredi. Reddetmiş, yanı başında şamanlık hastalığı ile kıvranan Kaliypa’ya yükünü yüklemişti. Şaman ruhları, kız kardeşe sonsuz bir ıstırap verecek Kaliypa’yı da doğanın ellerine teslim edeceklerdi.
Dostu Kaliypa’nın ruhu doğanın ellerinde can çekişirken Oçi Bala, son kez dostunun bembeyaz suratında ellerini gezdirdi. Son sözlerini söyleyip gür sesinin yankılarıyla orayı terk etti. “Ey reddeden kadınlar, sandınız ki bu görev için kollarınızda güç gereklidir. Siz, taşıdığınız ruhlarla doğanın elçilerisiniz, sizin gücünüz zihninizde, sizin gücünüz kalbinizde. Kalbiniz, kök salacak ve doğayı doğuracaktır. Düşmeyecek, savaşacaksınız. “.