Büyü ile gerçeğin iç içe geçtiği, kötü ruhlardan korunma amacıyla her obanın bir şamanının olduğu, henüz kırkı dolmamış bebeklerin ruhlarını çalan Alkarılarının etrafta kol gezdiği kadim zamanlardı. Beyaz, belirli aralıklarla dizilmiş çadırların ortasında diğerlerinden daha büyük bir çadır daha vardı. Burada oba halkı toplantılarını gerçekleştirir, eğlencelerini yapar, ziyafetlerini verirdi. Günlük işleri ile uğraşan insanların arasında şöyle bir gezindikten sonra asıl göze çarpan diğerlerinden daha farklı olarak üzerinde stilize hayvan figürleri ve semboller bulunan etrafındaki dev çubuklara asılı çaput ve hayvan iskeletleri ile insanın içinde ürperti oluşturan şamanın çadırıydı.
Kaç yaşında olduğu obada kimse tarafından bilinmeyen, yüzünün kırışıkları bir çölün tepelerini andıran koca bir karıydı şaman. Bazen aylarca ortadan kaybolur, ulu bir kartal biçiminde başka diyarlara gider, bazen de obada kalır, insanlara şifa dağıtırdı. Bir de bu şamanın yıllar önce obayı terk etmiş, şaman atalarına ihanet ederek hırsızlık mesleğini seçen bir oğlu vardı. Neredeyse on beş yıldır onu bu civarda gören yoktu. Ulu şamanın ara sıra kartal şekline bürünüp oğlunu gökyüzünden izlemesi dolaşırdı dilden dile. Belki de insanlar arasında bir söylentiden ibaretti. Bilinmez.
GÜM! .. GÜM! .. GÜM! .. Ritmik bir şekilde çalan davulun sesleri insanın zihnini transa zorlarken, şamanın bir ayine başlamak üzere olduğu anlaşılıyordu. Çadırın etrafında toplanmış oba halkı ise merakla henüz kırkı bile dolmamış körpe bebeğin, ruhunu çalmak için musallat olmuş Alkarılarından kurtulmasını bekliyordu. Yetişkinler, “Bebeğim!” diye dövünüp duran kadını sakinleştirmeye çalışırken çocuklar ve gençler ise merakla şamanın asasından dışarı yansıyan, bazen daha da güçlenen, bazen ise solup kaybolan ışığı izliyorlardı.
Obada bütün bunlar yaşanırken, iki yüz metre kadar uzakta bir tepede kayın ağacının altına oturmuş, zaten çekik olan gözlerini iyice kısmış, tüm olup biteni izleyen bir adam vardı. Adı Urlık’tı. Ulu şamanın yıllar önce obayı terk eden oğlu.
Urlık’ın kaçtığı şey, oba halkı ya da annesi değildi aslında. Annesinin durmadan savaşmak zorunda olduğu Aşağı Dünya varlıklarıydı. Yaşadığı çadırda sürekli ayinlere şahit olmak, çoğu insanın sadece masallarda duyduğu yaratıklar ile tüm zamanını geçirmek, ergenliğe yeni girmiş bir çocuk için olabildiğince korkutucuydu. Ama eğer damarlarınızda akan bir şaman kanınız varsa, dünyanın diğer ucuna da kaçsanız onlar sizi asla rahat bırakmazdı.
Çadırdan çıkan gök gürültüsü benzeri sesle beraber dışarı yansıyan ışık, en şiddetli halini almıştı. Urlık’ın kocaman açılmış gözleri ve çadıra doğru usul usul ilerleyen adımları, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu açıkça belli ediyordu. Çadırdan yansıyan kızıl ışığın sönmesi ile yüreğine bir acı çöktü. Elini göğsüne götürürken bir yandan adımlarını hızlandırdı. Üzerine doğru süzülerek gelen kızıl saçlı, çirkin suratlı varlığın kırmızı, delici bakışları ile göz göze geldiğinde annesinin bu savaştan galip çıkamadığını anlamıştı.
Başını çevirerek ardından kızıl dumanlar bırakarak uçup giden varlığa baktı. Ancak etrafındaki kalabalıkta onu gören yalnızca Urlık’tı. Diğer herkes ölen bebeği için ağlayan kadınla ilgileniyordu. Kalabalığı omuzuyla yararak annesinin çadırına girdiğinde biraz önce ritüelde kullanılan otların kokusu başını döndürmeye yetiyordu. Yatakta uzanmakta olan annesinin başına otururken kendilerini çadırda yalnız bırakmak için dışarı çıkan kadınları fark etmemişti bile.
Karşısında yıllardır görmediği oğlunu bulan yaşlı kadın yüz kaslarını zorlayarak da olsa gülümsemeye çalıştı. Üzerinde hayat ağacı dövmesi olan, eğri bir ağaç dalı gibi kırışık elini oğlunun yüzünde gezdirirken yılların özlemini gideriyordu sanki. Aradan geçen yıllar oğluna çok şey eklemişti. Uzun bir boy, kömür karası sırma gibi saçlar, bir keçi gibi uzun ve seyrek sakallar. Yıllar önce kaçıp giden küçücük oğlu, şimdi genç bir adam olarak karşısında duruyordu.
“Geleceğini biliyordum,” diye fısıldadı gülümseyerek.
Urlık annesinin yaşlı elini avucuna aldı. Çocukluğunu hatırlatan o kokuyu derin derin içine çekti. Akciğerlerini dolduran tütsü ile karışık kına kokusu, onu çocukluk anılarına döndürmeye yetmişti. Çadırın içinde badem gözlü, siyah pırasa saçlı ve elma yanaklı küçük bir oğlan çocuğu olarak kıkır kıkır koşturuyor, annesi elindeki süpürge ile şakacıktan poposuna vuruyordu. Bazense annesinin dizlerine yatmış, onun doğanın tüm tınılarını barındıran sesinden eşsiz ninniler dinliyordu. Avucunun içinden cansız bir şekilde geri çekilen elleri fark ettiğinde anılarından
sıyrılark annesinin son nefesini vermiş olduğunu anladı. işte böyle olmuştu civarın son büyük şamanının ruhunun ebediyete ulaşması.
Bir gün önce annesını tepedeki ulu ağacın dibine gömmüş, davulunu ise ağacın dalına asmıştı. İnanışa göre ölen şamanın ruhu o ağaçta yaşamaya devam ederdi. Yıllar sonra özlemine dayanamayarak kısa süreliğine de olsa görmeye geldiği annesini iki kelam edemeden sonsuzluğa uğurlamış olması şanssızlık mıydı? Yoksa kader mi? Şu açık ki Urlık’ın hiçbir fikri yoktu. Son bir kez dikkatini vererek ulu ağacın açık yeşil yapraklarının esen rüzgarda birbirlerine çarparak çıkardığı sesleri dinledi. Bu, annesinin ona veda şarkısıydı sanki. Tüm yapılacakları tamamladığına göre, artık bu diyardan gitme vakti gelmişti. Deri, belirgin dikişli siyah çantasını omzuna takmış, obayı terk etmeyi hazırlanıyordu ki yanında beliren çocuğun “Ana çadırda seni bekliyorlar,” demesiyle başını göğe kaldırıp derin bir iç çekti.
Toplantı çadırının içine girerken, obanın ileri gelenlerinin yarım daire biçiminde bağdaş kurarak sıralanmış, kendisini bekliyor olduğunu gördü. Çadırın merkezine gelecek şekilde ortaya konulmuş minderin üzerine oturdu ve kendisine söylenecekleri beklemeye başladı.
Boğazını temizleyerek söze başladı oba beyi: “Şamanın oğlu. Adını bilmiyorum çünkü adın henüz aksakallılar tarafından konmadan kaçmıştın bu diyardan.”
“Urlık derler bana.”
“Tamam, Urlık. Seni neden çağırdığımızı aşağı yukarı tahmin ediyorsundur. Annen, bu civarın en güçlü şamanıydı ve dün ruhunu teslim etti. O yıllarca obamızı ve çevre obaları Aşağı Dünya’nın kötü ruhlarından korudu. Şimdi şaman kanı taşıyan, onun yerine geçebilecek tek kişi sensin.”
“Başka birini bulun,” dedi Urlık tükürür gibi.
“Annenin gücünü kaybetmeye başlamasıyla beraber başımıza bir Kara Şaman musallat oldu. Alkarısı hizmetçileri ile bebeklerimizin ruhunu çalıyor. Bu yüzden de senelerdir ne bir bebek sesi duyuyoruz ne de şaman olacak emareler gösteren bir çocuk ile karşılaşıyoruz. Bizi bu beladan kurtaracak tek kişi sensin.”
“Ben bir şaman değilim,” dedi Urlık ayağa kalkarken. “Ben bir hırsızım.”
Ondan yardım bekleyen insanların çaresiz bakışları arasında ikinci defa terk etti obayı. Onun istediği son şey bile değildi saygı duyulan, hayatını insanlara adayan bir şaman olarak geçirmek. Başkalarına göre şaman kanına, atalarına ihanet ediyordu. Urlık’ın istediği tek şey ise normal olmaktı. Olabildiğince normal, olağanüstü güçleri olmayan sıradan bir insan olmak.
Annesinin ölümünün üzerinden neredeyse bir hafta geçmiş, Şamanın yokluğundan etkilenen herkes olağan hayatına geri dönmüştü. En büyük acıyı yaşayan oğlu bile … Urlık’ın genel olarak yaptığı iş koşmaktı ve yine o günlerden biriydi. Elinde bir altın kesesi, peşinde ise az önce pazarlık yapmakta olan iki adam. İzini kaybettirmek için sık çam ağaçlarının arasına daldı. Urlık, daha önceden antrenmanlı olduğu için nefeslenmeye bile ihtiyaç duymadan saatlerce koşabilirdi. Ancak bunu bir de altınını çaldırmış, iki adımda bir dizlerini tutarak soluklanan adamlara sormak lazımdı.
İzini kaybettirmek üzereyken kulağına çalınan fısıltı sesleri ile bir an dengesini kaybetti Urlık. Elleriyle kulaklarını tıkasa da nafile. Ağaçların arasında zor fark edilen, küçücük mağara girişini gördüğünde oraya sığınmaktan başka çaresi olmadığını düşündü. Hem peşindeki iki adam hem de kulağına gelen fısıltıların beraberinde getirdiği baş dönmesi … Daha fazla bu şekilde koşamazdı. Mağaranın derinliklerine doğru yürüdükçe fısıltılar daha da artıyordu. Ayrıca bu fısıltıların geldiği yerden aynı zamanda mavi de bir ışık yayılıyordu. Hırsız içgüdüleri, onu en yorgun anında bile rahat bırakmıyor, mavi ışığa doğru ilerlemesi için sanki sırtını sıvazlıyordu.
Mavi ışığın merkezine geldiğinde bunun
bir mücevher değil de dev bir kafesin içine kapatılmış yüzlerce kuş olduğunu gördü. Hayatı boyunca hiç görmediği kuşlardan. Tüyleri kristaldendi sanki. Öyle parlıyordu ki mağaranın tamamını aydınlatmaya yetiyordu. Kuş cıvıltılarının arasında anlayabildiği tek bir cümle daha duyuluyordu. “Kurtar bizi!” Uzak diyarlarda konuşabilen rengarenk kuşların olduğunu duymuştu kent pazarına gelen tüccarlardan. Bunlar da onlardan mı acaba, diye düşündü Urlık. Kaç para ederdi şunları satmaya kalksa?
“Kurtar bizi Şaman!”
Şaman mı? Daha kendisine bile itiraf edemezken şaman soyuna sahip olduğunu nereden bilebilirlerdi ki bu kuşlar? Eliyle parmaklıkların arasından fırlamak istercesine ona bakan kuşlardan birine dokunmak üzereyken arkasından gelen kadın sesiyle irkildi.
“Ruhlarımdan uzak dur!” “Ruh mu?”
Kızıl, dümdüz, beline kadar uzanan saçları ile ilk bakışta güzel bir kadın gibi görünse de neredeyse damarları görünecek kadar beyaz teni, insanda üşüme hissi uyandırıyordu. Kırmızı, incecik dudakları; dümdüz, kemersiz bir burnu vardı. Yavaş ve kıvrımlı hareketleri ile tıpkı bir yılanı andırıyordu. Ve kırmızı gözleri. Gözlerini kan bürümüş deyiminin vücut bulmuş haliydi sanki. Birden kısa bir süre önce görmüş olduğu, annesinin canını alan varlığı hatırladı Urlık.
“Sen … Sen bir Alkarısı. .. ”
“Hayır,” dedi kadın siyah ağaç dalından yapılma, ince dalların üzerindeki kızıl taşları sardığı asasını Urlık’ın göğsüne dürterek. “Şaman kokusu alıyorum,” diye ekledi sanki lezzetli bir yemeği koklar gibi burnunu Urlık’a yaklaştırırken.
“Ben bir şaman değilim!”
Ama damarlarında akan kan öyle demiyor. Koleksiyonuma girmeye ne dersin? Bak, aynı kanı taşıyan akrabaların tamamen orada.”
Tekrar arkasını dönerek kendisinden yardım dikenen kuşlara baktığında onlardan bahsediyor olduğunu anladı. Siyaha çalan ellerini gördüğünde çocukluğunda annesinin kendisine anlattığı masalları hatırladı bir an Urlık. “Kızıl saçlı, kızıl gözlü, kara elli… Alkarılarının kraliçesi… Kara Şaman…” Bir zamanlar sıradan bir şaman olan bu kadının kaç yaşında olduğunu, nerede doğduğunu, adını bilen yoktu. Tek bilinen bebeklerin ruhlarını kaçırarak güzelliğine güzellik, ömrüne ömür kattığıydı. Nesilden nesile anlatılan bir masaldı sadece. Ancak şimdi kanıyla canıyla karşısında duruyordu. Asanın taşından yayılan ısıyı boynunda hissettiğinde farkında olmadan birkaç adım daha geri çekildi. Ancak kafese dokunması ile sırtından içine doluşan kuşları hissettiğinde olduğu yerde kaldı. Bu mavi ruhlar birbiri ardına içine doluşurken hissettiği acı ile iki büklüm oldu. O dişlerini sıkarak hem başındaki zonklamaya hem de bedenindeki acıya meydan okumaya çalışırken, az önce karşısında kendisini tehdit eden kızıl cadının kaçışını fark etmemişti bile.
Kendine geldiğinde, karanlık mağarada tek başınaydı. Gördüklerinin kötü bir kabus olduğunu düşünerek ayağa kalktı. Tüm bedeni zonkluyordu. Kollarını kavuşturmuş, titreyerek buz gibi mağaradan dışarı çıktı. Bedeninde taşıdığı binlerce şaman ruhundan habersiz yoluna devam etti. Artık bir ölümsüzdü. Urlık’ın ise henüz bundan haberi bile yoktu.