Karanlık bir ruh gibi süzülerek tepelerin ardından doğu topraklarına doğru vardığında aradan asırlar geçmişti ve sireti unutulup gitmişti. Ard Ü drun sıradağlarının ne ardına ne de eteklerine yaklaşmaya kimse cüret etmemişti ve tanrıların yeri yararak açtığı Silsileli Yol denilen iki yüksek uçurum arasından dağlara giden kadim Doğu Yolu’nu da oraya giden kısa kestirme patikaları da unutmuşlardı. Hatta kötülüğün yayıldığı ilk vakitlerde sıradağlara giden habisleşmiş yolları güçlü büyülerle mühürleyip girişi yasaklamışlardı. Bunun yanı sıra insanlar her yol başına devasa nöbetçi kuleleri dikerek dağ oyuklarını, dumanlı gölgelerle örtülü korkutucu görünen keskin tepeleri ve dağın içine yılan misali kıvrılarak süzülen ve daha da derine gittikçe karanlık vadiye doğru çatallaşan bir dil gibi batıya ve kuzeye yönelen Karanehri her daim gözetim altında tutuyorlardı. Güneş ışığının ulaşamadığı bu mevkide ne bir ot ne de bir hayvanın esamesi okunmuyordu ki tam tersine hayat kadim günlerde burada çok daha canlıydı. Şimdiyse derin ve dipsiz kraterlerden yükselen hastalıklı ve boğucu dumanların, korkunç ruhları içinde barındıran gölgelerin işgali altındaydı. Finwallha Süvarilerinin kuzeydoğudaki ileri karakolda sınır uçlarını güven altında tutması da boş bir uğraş olarak düşünülmemelidir. Yaklaşık iki gün evvel vahşi birkaç hilkat garibesinden hallice yaratık müsveddeleri gorgothlar, garnizonun nöbetçi kulesine tırmanmaya çalışmış ama Nendaimeli Kolcular tarafından fark edilip alaca tüylü oklarla vurulmuşlardı. Yere düştüklerinde ölü bedenlerinden geriye kapkara ve lacivert rengin karışımı tuhaf bir sıvı kalmıştı. Adeta duman olup havaya karışarak geldiği karanlık deliklere gerisin geri dönmüştü.
“Son zamanlarda fazlaca cesurlaştılar ve bunun iyiye işaret olmadığı kesin.”
“Sınırlardan içeriye girmemiz gerekir mi sence? Açıkçası son çaremiz olmadığı sürece gitmeyi hiç istemiyorum.” Böyle söyleyince biraz daha gerilmişti Al’dor Tharin ama belli etmedi ve yola doğru ihtiyatla baktı. Doğu Yolu’nu avucunun içi gibi bilen Nendaimeler bile gerekli olmadığı sürece buraya girmemeye özen gösteriyorlardı. Onlara doğuştan bahşedilen fersahlarca uzağı görme yetileri, bu derin ve büyülü karanlığın içine girdiklerinde pek işe yaramıyordu ama çevik refleksleri hiçbir vakit körelmediği için hayatta kalmayı başarıyorlardı en nihayetinde. Al’dor Tharin, Koca Yıldız’ın ilerisindeki taş yolun üzerinden kuzeye ve sonra doğuya ani bir dönüşle kıvrılarak Yüksek Yeşilbayır’a kadar tırmanmasını seyrediyordu Kule Muhafızları Komutanı Inglor’u. Güneşin batıya doğru meyletmesiyle soluk gri topraklara düşen açılı ışınları, koyu yeşil bir çam ormanını andıran baş zırhının üzerinde öylesine titreşiyordu ki onu uzaktan gören herkes alevden bir taç taktığını sanırdı. Kudretli bir Bey Kral İmlahor’un ise sağ koluydu.
Gökyüzündeki güneş artık batışının son demlerine gelirken, gri bulutların arasından gümüş bir maden daman gibi parıldayan ayın ışığı Orm Denizi ‘nin hırçın dalgalarının üzerinde titreşiyordu. Kuzey Falezleri’ni sertçe döven bu dalgaların sürüklediği bir balıkçı teknesi, iki gün evvel çıkan Ulhomari Fırtınasına yakalanmış ama her nasılsa kurtulmayı başarıp, uzun sahilin falezlerin bittiği yere doğru ince bir kavis çizerek döndüğü sığ sulara teknesini demirlemişti. Sırılsıklam ve pejmürdeleşmiş mavi bir pelerine sarılmış vaziyette tekneden inerek kumsala doğru yalpalayarak yürüdü. Islaklık yüzünden vücuduna yapışıp adeta ikinci bir deri görevi gören pantolonunun üzerinden akan damlaların eşliğinde ileride zayıf parıltılarla ışığı yanan bir kulübe gördü. “Nihayet ısınabileceğim bir yuva!” adımlarını hızlandırarak kulübeye doğru seğirtti. Vücudunun titremesine engel olamadığını hissetti bir an. Çünkü büyük kuzey denizinden esen dehşet fırtınanın kalıntıları hala vücudunda dans ediyordu. Geniş gökyüzünün alnında parlayan soluk yıldızların altında kulübenin kapısını çaldı. Ses duyamadı ilk başta ve tekrar denediğinde kapıya, kır saçlı ve gür siyah sakallı yaşlı bir adam çıktı. Aslında yüzünün hatları onu yaşlı birinden ziyade yorgun bir insan olarak gösteriyordu ama Esgalion bu düşüncenin üstünde pek durmadan çenesi titrer bir vaziyette “Selamlar pek hürmetli efendi!” “Sana da genç adam!”. Adamın sesi bir gök gürültüsü gibi çıkmıştı sanki. Yüzü gerilemeyecek kadar soğuktan ifadesizleşmiş olan Esgalion, “Efendi! Teknemle birlikte fırtınanın göbeğinden kurtulup kendimi en yakında gördüğüm bu sahile atmak durumunda kaldım, açıkçası…”. Sertçe öksürerek öne doğru eğildi. “Bırak kapıda konuşmayı da içeri gir ve kendini ısıt! Şanslısın ki yemek vaktine denk geldin. Ballı şarap ve kallavi bir koyun kızartması var menüde.”. Gülümsemeye çalıştı ama buna vakit bile olmadığını hatırlayarak kendini şöminenin içinden odaya yayılan tatlı ve adeta kemikleri gevşeten sıcaklığın kucağına bırakıverdi.
Elindeki meşaleden içeriye ince bir ışık süzülerek etrafı aydınlattığında boş salonun dilsizleşmiş taşlarına dikkatle baktı. Karanlığın inleyen nefesi ve rüzgarın hafif hafif saçlarında dolaşmasına aldırış etmeden harabelerin bulunduğu taş blokların doğu yanına doğru adımlarını atarak ilerledi. Kırık beyaz mermerlerin zamanla soluk griye çaldığı bir koridoru yürüyerek tozlar içinde kalmış odalardan birine girip etrafını saran boz renkli granitleri gördü. Belinde ki kılıç, kemerini kastırarak irite edici bir ses çıkarıyor ve ölüm sessizliği yemini eden harabe duvarlarına çarpıp tavana doğru yükselerek belli belirsiz bir harmoni oluşturuyordu. “Atalarımızın görkem ve kibirle dikilmiş bu taştan duvarları arasında ne anılar yatıyor kim bilir. Duvarların sesi olsa da şahitlik etse … “. Düşünceler düşünceleri kovalarken, kulenin önündeki bir açıklığa kadar geldi. “Kralınbağlan ! “. Sesi bir tokmak gibi gür ve bir çiçeğin yaprağını solduracak kadar üzgündü. “Yıldız Kulesi’nin Cennet Köşesi, Endorien El’Tarass!” ellerini, meydanın ortasında duran kralın heykelinin olduğu büste koydu. Tek bacağı kırılmış büstün üzerindeki bir zamanlar değerli taşlarla süslenmiş işlemeleri, yerlerinde sadece bir parmak toz bırakmıştı. “Oğullar ve kadınlar, şehrin canla başla uğuldayan çanları ve yanan, yakan, ısıran, eriten o alevleri! Her şey ne kadar da soğuk ama aynı zamanda taze.”. Bir ağıt yakar gibi belli belirsiz bir türkü mırıldandı. Kurumuş otlarla kaplı sönük kulenin tepesine doğru yanmaktan siyahlaşmış merdivenlerini tırmandı. Başını gökyüzüne kaldırarak havadaki gri yağmur bulutlarının batıya doğru uçarcasına geçişlerini izledi. Gümüş yapraklı erosien çiçeklerinin ayın şavkıyla panldadıklan yere doğru başını çevirip baktı. “Halkımın sembolü ve atlastan kumaşları süsleyen işlemelerin en güzeli!” Gözleriyle uzak yaylaların dağın eteğinde birleştiği keskin hatta doğru baktı ve Kuzey Çıkışı Yolu’na doğru götüren saçaklı tepelerin zirvesine doğru yavaş yavaş gözlerini kaydırdı. Sınır ovalarında dolaşan altın boynuzlu keçilerin atlaya zıplaya etekleri çarpılmış dağa doğru tırmanışlarını gördü. Ravelnin, atalarının kadim salonlarının yüksek terasındaydı.Yıldız Harabeleri ‘nde …
Atının gemini düzeltip sırtına atladığında şafağın pembe kızıl elleri yüksek yaylaların başına dokunmuştu. Kral Mirdanor’un emriyle güneydeki bozlardan, atını batıya İvrin’e kadar sürmüştü. Uzun bir müddet uğramadığı bu ata topraklarına da uğramayı ihmal etmemiş ve asıl güzergahı olan Befros Geçidi’nin doğusuna saparak ilerlemişti. Şafak ışığının ulaşamadığı koyu karanlıklarla dolu derin dağ yarıklarından kendine pek de güvenilir olmayan bir geçit buluncaya dek doğu kolundan ilerlemeyi sürdürdü. Daha sonra ince bir yılan gibi kıvrılarak dağın içine doğru giden bir yarık bulunca oraya girip atını yavaş yavaş sürdü. Öğle vaktine kadar bu şekilde devam ederken iki yanından gökyüzüne doğru uzayan çıkıntısız duvarlardan başka etrafta hiçbir şey yoktu. Ne kuş sesi ne de yuvarlanan bir çakıl sesi. Gittikçe batıya kıvrılan yol en sonunda onu dağın diğer tarafına geçirdi. Güneş tam tepede olmasa da hafif bir kavis çizerek Ravelnin’in önüne doğru düşüyordu. Bunaltıcı bir sıcağın getirdiği yakıcı rüzgar yüzünü yalayıp onu bıktırınca gölgelik bir ağacın altına sığınıp bir iki lokma yedi ve pejmürdeleşmiş matarasından kana kana su içip yüzünü yıkadı. Bir alçalıp bir yükselen tepelerin ardı arkası gelmemecesine uzanıyordu. Akşam vaktine kadar sakin sakin ilerledi ve güneş batıp ay ve yıldızlar ona göz kırpmaya başlayınca hızlanarak Akmerhem Nehri’nin sınırlarına kadar devam etti. Amaethon’u artık gerisinde bırakmıştı. Doğruca kuzeydoğuya, Amberyıldızına kadar hiç durmadan gidecek ve şansı varsa gün ağarmadan eski dostu Honir’in hanına kendini atıp tüm bu yol yorgunluğundan kurtulacaktı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde kendini fazlasıyla toparlayan Esgalion, yüzündeki hafif gülümsemelerle yaşlı adamın anlattığı av hikayelerini dinliyordu. Karasaklı’nın bulunduğu yerlerde gördüğü hayalet biçimli dumanlan, iri mağara ayılarını ve soluk yüzlü insan siluetlerini hiç nefes almadan bir çırpıda anlatmıştı. “Beni mazur gör Esgalion Efendi, bazen çenem açıldığı zamanlar durmak nedir bilmem, anlatır dururum.”. Evin ağaç kolonlarını titreten bir kahkaha çıkıverdi ağzından ve devam etti: “Anlat bakalım, senin hikayen benimkilerden daha kötü değildir umarım?”. Eliyle koca sürahiye uzanarak kendine ve konuğuna bir kadeh ballı şarap daha koydu. “Ben uzak bir yöreden geliyorum. Ada denilen bir yöre.”. Duraksadı ve şaraptan bir yudum alarak devam etti. “Bir vakit teknemle denizin güney sahillerine yakın bir lagüne doğru gittim ve balıkların orada toplaştıklannı ve de bir gece evvel kurduğum ağın bulunduğu bölgeye doğru hareket halinde olduklarını gördüm. Nihayet uzun geçen günlerin ardından bereketli bir av olacağını düşünüyordum. Teknemi balıkların bulunduğu lagünün içine sürebilirsem istediğim olacaktı. İhtiyatlı ve umut dolu bir şekilde küreklerime asılarak onların üzerine doğru gittim. Güneş, balıkların sırtlarındaki gri pullara vurdukça adeta demircide yeni dövülmüş bir zırh gibi parlıyordu. Onlara hatırı sayılır biçimde yaklaştım ve bu sırada denizin sesinin kesildiğini, martıların iniltilerinin sanki dipsiz bir girdaba düştüğünü ve dalgaların haşin çırpınışlarının sahilde silindiğini hissettim. Uzun bir sessizlikten sonra balıkların bulunduğu bölgeden birtakım fısıltıların kulağıma çalındığını duydum … “. Pencerenin dışarıya dönük ağaç pervazı rüzgarın gürültüsüyle çarpınca bir an sustu. Yaşlı adam gözlerini kısmış, karşında duran adamın anlatacaklarını merakla bekliyordu. “Duyduğum fısıltıların balıkların arasındaki konuşmalar olduğunu anladığımda şaşırıp kaldım ama kendimi onları dinlemekten de alıkoyamadım. Garip bir dil ve ortak lisanın tınıları da eşlik ediyordu sözlerine.”. Gözleri şöminenin içinde yanıp kül olmaya hazırlanan son oduna dalmıştı. “Sanki suyun sesiydi konuştukları veya öyle bir şey. Dehşete kapıldığımda ne yapacağımı ilk başta bilemedim ama merakım beni bir türlü bırakmıyordu. Teknenin ucuna doğru yavaşça bir hamle yaptım ve onlara doğru tepeden bir bakış attım. Koca koca iç içe geçmiş halkalar halindeydiler ve tam ortalarında yeni doğmuş bir inci beyazlığında olan, bu sularda daha önce öyle güzellikte bir balık gördüğüme şahit olmadığıma hayret ederek gözlerimi onun sağa sola dalgalanan kuyruk hareketlerine kenetledim. Sırt kısmından ince bir gümüş gibi kuyruğunun son teleğine kadar uzanan bir dizi parlaklık vardı. Vücudunun kusursuzluğunu tamamlayan bir parlaklık. Bir sağa bir sola dönüyor, ani bir hareketle suya dalıp iç içe duran halkaların birinden başka birine yüzerek etrafındakilere bir şeyler fısıldıyordu ve ben bunları duyuyordum Efendi Athrev ! “