En Çok Okunanlar

Benzer Başlıklar

Dehşet Gecesi Ve Gotik Roman

Gotik roman deyince hepimizin aklına belli başlı romanlar gelir: Dracula, Carmilla, Uğultulu Tepeler, Dr. Jekyll ve Bay Hyde … Hepsi de tekinsizliğin hüküm sürdüğü uzun koridorların sağır edici sessizliğinde, kilometrelerce uzanan tünellerin kapkara dehlizlerinde, ruhlar ve bilumum garip yaratık eşliğinde büyüleyici bir yolculuğa davet eder. Batı Edebiyatı’nın bu bolluğuna karşın Türk Edebiyatı’nda korku, gotik, fantastik türü biraz geride kalmış gibidir. Ancak her halükarda edebiyatımızda bu türlerde eserler veren çok değerli yazarlar da vardır. Bunlardan biri de Kerime Nadir’dir.
Dehşet Gecesi’ni roman içinde roman olarak tanımlayabilir, iki bölüme ayırabiliriz: Mümtaz’ın kendi hikayesi ve Cengiz’in hikayesi. Bunun yanında, kitap birçok gotik elementi içinde taşıyor. Romanın atmosferinden başlamak gerekirse gotik edebiyatın o kasvetli ruhunu çok iyi yakalamış derim. Dağ başında, ıssızlıkta ve medeniyetten uzak olma hali bu tür edebiyatın olmazsa olmazıdır. Bunun yanında kar fırtınası, fırtına, yağmur gibi kötü hava koşullarının romanda tamamlayıcı korku unsurları olarak kullanılması yine gotik romana ruhunu veren özelliklerdendir. Romanda da kar fırtınasında handa konaklamak zorunda kalan Cengiz’in, trende kar fırtınasına yakalanan Mümtaz’ın yaşadığı mücadelelere tanık oluyoruz. İnsanoğlunun doğa karşısında ne kadar savunmasız olduğunu, tek başına bu unsurların ortasında kalmanın sadece düşüncesinin bile ne kadar korkutucu olduğunu en iyi Cengiz’in dağın ortasında yapayalnızken “o anda kendimi bir sinekten daha zavallı hissediyordum. Eğer tipinin ardındaki o küçük sarı ışığı görmesem ve her defasında ona biraz daha yaklaştığımı fark etmesem, bütün ümidimi ve cesaretimi kaybeder, kucak kucağa pençeleştiğim ölüme kendimi hemen terk ederdim” demesinden anlayabiliriz.
Yaratıkların, bir “öteki” olarak toplum ve medeniyetten bir hayli uzak yerlerde konumlanması kuralı burada da uygulanmış. Ruzihayal’in şatosunun konumu Cilo Dağı’nda uçurumun yanında yer almasıyla ulaşımın zorlu olması, kimsenin gitmek istememesiyle bize biraz Dracula romanını hatırlatıyor. Orada da aynı şekilde dağın başında yer alan Dracula’nın şatosunun adını duymak bile köylüler arasında korku yaratıyordu. Burada da Cengiz arabacıyı hana gitmeye ikna edemediği için yolun bir kısmını kendi gitmek zorunda kalıyor. Bir diğer unsur ise olmazsa olmaz karanlık dehlizler, tüneller ve yer altı mezarlarıdır. Kahramanlarımız Cengiz ve Mümtaz uğursuz şatoya varmak için ya da şatodan kaçmak için defalarca kendilerini bu dehlizlerde, tünellerde buluyorlar. Hatta Mümtaz kuyuda duvarlara yapışık bir canavara rast geliyor ki bu olayın anlatıldığı, tanımlandığı anlar bana Lovecraft’ın yer altında bekleyen kadim canavarlarını hatırlattı.
Gelelim birçok gotik eserin en dikkat çekici elementlerinden olan düalizm(doppelganger) olayına. Bu olay kısaca kahramana fiziksel olarak benzeyen ikizinin de eserde yer almasıdır. Gotik edebiyatta bu durum çoğunlukla iyi-kötü dikotomisine dayanır. İkizlerden biri iyiyse, diğeri kötüdür. Bununla beraber, Dehşet Gecesi’nde bu geçerli değildir. Buradaki düalizmi Cengiz’in atası diyebileceğimiz Prens Mahi’de gözlemleyebiliyoruz. Prens, Ruzihayal’den kurtulması için Cengiz’e yol gösterici olarak romanda yer alıyor. Tabii kendisi bir ölü ve bunu portresi yoluyla yapıyor. Bu durumunda gösterdiği üzere bu yardımsever Prens şeytani bir ikiz olamaz. Bu düalizm; Uğultulu tepeler, Dracula gibi pek çok romanda da mevcut. Örneğin Uğultulu Tepeler’de Catherine’in ikizini kızı olarak romana dahil olurken görüyoruz. Dracula’da ise ikizi olan kişi Dracula’nın ölen karısının bedeninde vücut bulmuş olan Mina’dır.

Romantik türle sık sık karıştırılan gotik romanın bir diğer özelliği, romantik türün iyi duygular uyandırmak istemesine karşın, gotik bunun yerine okuyucuda karakterlerle eşzamanlı olarak tiksinme, korku gibi duygular uyandırmak aynı zamanda karşılaştığı olaylar ve durumlar karşısında kahramanların tepkilerine tanık olmamızı ister. Dehşet Gecesi’ni okuduğunda kim o tünellerin korkutuculuğu karşısında rahatsız olmaz? Ya da Cengiz’in handa gördüğü muameleyi okurken eşkıyalara sinirlenmeyen yoktur herhalde? İşte tam da bu sebeple eşkıyalar şatoya yaklaşamadan uçurumdan düşünce bir rahatlama hissi geldiğini inkar edemeyeceğim.
Ve rüyalar… Çoğu gotik romanda rüyalar çok büyük yer tutar ancak genellikle gerçekle iç içe geçmiş biçimde sunulur. Kahramanlar yaşadıklarının gerçek mi yoksa rüya mı olduğu ayırdına varamazlar. Dracula’da da Lucy’nin gördüğünü sandığı rüyalar aslında gerçeğin ta kendisidir. O rüyadayken ya da öyle olduğunu düşünürken vampir gerçekten de onun kanını içerek hastalanmasına, güçsüz düşmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde Le Fanu’nun eseri Carmilla’da da genç kız bir gece karanlıkta tatlı bir ses duyar. Ses, annesinin onu katile karşı uyardığını söyler ve tam o sırada Carmilla baştan ayağa kana bulanmış şekilde kıza bakıyordur ve kız bunun rüya olduğunu düşünürken aslında gerçekten Carmilla onun yatağına gelmiştir. Bir diğer örnek de E.T.A Hoffman’ın Şeytanın İksirleri kitabındaki Medardus karakteridir. O da onu her yerde takip eden şeytani ikizinin gerçek mi rüya mı olduğunu bir türlü bilemez. Dehşet Gecesi’nde de Mümtaz tanık olduğu onca olağanüstülüğe rağmen bunların gördüğü hayaller olduğuna ikna olur. Cengiz de odasına çıktığında yaşlı bir kadının kendisine geldiğini görür. Ancak daha sonra hayal olduğunu düşünerek önem vermez. Bu romanda da gerçek ve hayal birbirine karışmıştır.

Gotik romanlarda tehlike altında olanlar genelde kadınlardır. Dracula ve Otranto Şatosu gibi klasiklerden ayrıldığı nokta da budur. Oradakilerin aksine bu romanda tehdit altında olan erkeklerdir. Kerime Nadir, cazibeli, şehvetli ve güçlü bir kadın yaratmıştır: Ruzihayal. Erkeklerin başını döndüren; zeki, kimseye boyun eğmeyen vampirimiz ya da kitapta geçtiği gibi cadımız, 200 senedir genç erkekleri kendine kurban olarak seçiyor. Ancak bazı anlarda gerçek sureti ortaya çıkan cadı, belki de tıpkı meşhur Elizabeth Bathory gibi genç kalmak için onların kanlarına ihtiyaç duyuyordur. Tabii onun durumunda kanları alınan genç bakire kızlar oluyordu. Son olarak, Ruzihayal’in 200 senelik bir yaratık olması ise bizi gotik edebiyatın bir başka özelliğine; farklı zaman dilimlerini birleştirmesine götürüyor. Ruzihayal gibi 200 sene yaşamış bir varlık adeta geçmişten gelerek modern insana yani Cengiz ve Mümtaz’a dehşeti yaşatıyor.

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz