Türk Korku ve Fantastik Sineması, varlık içinde yokluk çektiğimiz konulardan birisidir. Kültürel zenginliklerimize rağmen sinemamızdaki sığlık uzun süredir temel motivasyonumu oluşturmakta. Bu yazıyı yazmaktaki amacımı hem sinemacı adayının iç döküşü hem de korku edebiyatı hayranının Türk Korku Sineması’nın tekrara düşüp potansiyelinin azalmasına karşı haykırışı olarak tanımlayabiliriz.
Son yirmi yıldır Türk Korku Sineması dediğimizde aklımıza gelen filmlerin hepsinin birbirlerinin taklidi olduğunu sinemaya az çok ilgisi olan herkes fark etmiştir. Kullanılan temaların, konuların işlenişlerinin ve hikâyelerin sürekli tekrara düşmesi belli başlı ögeler üzerinden önümüze geliyor. Bu konuda aklımıza gelen ilk öge ise: Dumansız Ateşin Çocukları Cinler. Batı korku sinemasının ve bir dönem Tayland korku sinemasının popüler çocukları hayaletler/demonlar tarafından ele geçirilme hikâyelerinin bizdeki yansıması olan cinli filmler özellikle 2004 yılından sonra Türk sinemasında patlama yaptı. Yapımcıların -201O ve 2020 yılları arasında- her sene en az iki tane cin temalı film çekmeleriyle Türk Korku Sineması sadece cinlerden ibaret bir tür sinemasına dönüştürülmüştür.
Bu durumda bir günah keçisi aramanın mantıklı olacağını düşünmüyorum. Her toplumun sineması aslında o toplumun birer yansımasıdır. Sinemayı sevinçlerin, üzüntülerin, tedirginliklerin ve korkuların kadraja sığdırılıp beyaz perdeye aktarılması olarak düşünürsek cinler de zamanla “metafiziksel korkularımızdan birisi” haline gelmiştir. Korkularımızı oluşturan bu unsurlar köylerde, ateş başında veya kahvehanelerde dilden dile dolanarak hepimizde yer bulmuştur. Bu topraklarda çocukluğunda cinli hikâye dinlememiş hiçbir çocuk olduğunu zannetmiyorum. Durum böyle olunca da birçok denklemden oluşan piyasa, korku teması olarak cinleri çocukluk hikâyelerimizden alıp beyaz perdeye yansıtarak bu işin fazlasıyla ekmeğini yemiştir.
Türk Korku Sineması’ndaki kısır döngünün sebebi, Batı Korku Sinemasının matematiğini kendi sinemamızda taklit etmekten öteye gitmememizden ve kolaya kaçmamızdan kaynaklanmaktadır. Türk ve Anadolu anlatılarında yaşayan demonik varlıkların zamanla cinlere dönüşmesi ve Türk Korku Sineması üreticilerinin de basite kaçmalarıyla ortaya çıkan sığlık can sıkıcı bir durumdur. Eminim cin taifesi, bu yoğun çalışına temposundan bunalıp “Bir tatile mi çıksak, ne yapsak?” diye düşünüyordur. Bu toprakların kültürel zenginliklerinin unutulmaya yüz tutmuş motiflerini, doğaüstü ve psikolojik korkularımızı doğru şekilde işlersek sadece korku sinemasının değil genel olarak Türk sinemasının ilerleme kaydedeceğini göreceğiz.
Buradan sevgili korku yönetmenlerimize, artık ekrana “layyn” diye bağırarak kafa atan varlıklardan uzaklaşmaları gerektiğini ve üzerinde ince düşünülmüş; estetik kaygıları olan kaliteli yapıtlar ortaya koymalarını haykırıyorum. Sizleri boğmamak adına ilk yazımı kısa tutarak Türk sinemasının özündeki problemlerden birine değinmek istedim. Sözlerimi Efsanelerle Gerçeklerin Birlikte Var Olduğu Bu Coğrafyada Küçük Bir Alana Sıkışmışlığın Dışavurumu olarak nitelendirip yazımı sonlandırıyor ve sizlere cinlerden uzak geceler diliyorum.